"Bir âşık, mahbûbuna aşk-ı hakikî ile bir bekà kazandırmak için 'Mâbud ve Mahbûb-u Hakikînin bir âyine-i cemâlidir.' diye kendini tesellî eder, bir hakikate yapışır." İzah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"Vahdetü’l-vücudun meşrebine sebebiyet veren aşkın envaından en mühim ciheti, aşk-ı dünyadır. Mecâzî olan aşk-ı dünya, aşk-ı hakikîye inkılâb ettiği zaman, vahdetü’l-vücuda inkılâb eder. Nasıl ki insandan şahsî bir mahbûbu muhabbet-i mecâzî ile seven, sonra zevâl ve fenâsını kalbine yerleştiremeyen bir âşık, mahbûbuna aşk-ı hakikî ile bir bekà kazandırmak için 'Mâbud ve Mahbûb-u Hakikînin bir âyine-i cemâlidir.' diye kendini tesellî eder, bir hakikate yapışır."
"Öyle de koca dünyayı ve kâinatı hey’et-i mecmuasıyla mahbub ittihâz eden, sonra o muhabbet-i acîbe dâimî zevâl ve firak kamçılarıyla muhabbet-i hakikîye inkılâb ettiği vakit, o çok büyük mahbubunu zevâl ve firaktan kurtarmak için vahdetü’l-vücud meşrebine ilticâ eder. Eğer gayet yüksek ve kuvvetli îmân sahibi ise, Muhyiddin-i Arab’ın emsâli gibi zâtlara zevkli, nûrânî, makbul bir mertebe olur. Yoksa, vartalara, maddiyâta girmek, esbapta boğulmak ihtimâli var."(1)
Burada esas olan kalpteki aşkın İlahi mi yoksa mecazi mi olduğu hususudur. Şayet kalpteki aşk İlahi ise, şahsın mahlûkatı sevmesi Allah hesabına olur, eşyayı Allah’ın isim ve sıfatlarına ayna olduğu için sever. Böyle bir sevgi makbuldür ve güzeldir.
Eğer kalpteki aşk mecazi ise, o zaman şahsın Allah’ı sevmesi tebei olur. O kişi, mecazi aşkını bakileştirmek için Allah’ı seviyor demektir. İnsan sevdiği ve meftun olduğu şeyin yok olup gitmesine gönlü razı olmadığı için, aşkını baki yapma yollarına bakacaktır. Âşığın sevdiği şeye "Allah’ın sonsuz güzelliğinin bir yansıması" demesi de bunun içindir.
Aşk İlahi ise halistir ve makbuldür. Şayet kalpteki aşk mecazi ise, safi değildir ve nakıstır.
“... mahbûbuna aşk-ı hakikî ile bir bekà kazandırmak için 'Mâbud ve Mahbûb-u Hakikînin bir âyine-i cemâlidir.' diye kendini tesellî eder.” cümlesi de tamamen bu inceliğe işaret ediyor. Şayet kuvvetli bir iman sahibi ise, kurtarır. Fakat imanda bir zaafiyet varsa, bu durum onu esbab ve tabiat bataklığına sürükleyebilir.
Üstadımız aşkı ikiye ayırıyor:
"Cenab-ı Hakkın mâsivâsına yapılan muhabbet iki çeşit olur. Birisi yukarıdan aşağıya nâzil olur; diğeri aşağıdan yukarıya çıkar. Şöyle ki:"
"Bir insan en evvel muhabbetini Allah'a verirse, onun muhabbeti dolayısıyla Allah'ın sevdiği her şeyi sever. Ve mahlûkata taksim ettiği muhabbeti, Allah'a olan muhabbetini tenkis değil, tezyid eder."
"İkinci kısım ise, en evvel esbabı sever ve bu muhabbetini Allah'ı sevmeye vesile yapar. Bu kısım muhabbet, topluluğunu muhafaza edemez, dağılır. Ve bazen de kavî bir esbaba rastgelir. Onun muhabbetini mânâ-yı ismiyle tamamen cezb eder, helâkete sebep olur. Şayet Allah'a vâsıl olsa da vüsulü nâkıs olur."(2)
Masiva; “Allah’ın zatından başka her şey” diye tarif edilir. Bir şey, Allah’ın yarattığı bir varlık olması bakımından “mahlûk”, O’nun mülkü olması cihetiyle “memluk”; O’nun rızıklandırdığı bir varlık olması yönüyle “merzuk” ismini alır. Allah’ın zatı noktasında varlık âleminin tamamı “masiva” diye adlandırılırlar.
“Bir insan en evvel muhabbetini Allah’a verirse, onun muhabbeti dolayısıyla Allah’ın sevdiği her şeyi sever.”
Allah’ın bütün isimleri güzel olduğu gibi, onların aynaları olan mahlûkat da güzeldir. İnsan bu manada, yıldızları da sever denizleri de; ormanları da sever ovaları da; ceylanları da sever balıkları da. Bu sevgiler onun; “Allah’a olan muhabbetini tenkis değil, tezyid eder.” Yani, mahlûkatı sevmesi onun Allah sevgisine bir noksanlık getirmez, hatta artırır.
Buna göre, bir müminin, mahlûkat âlemi içinde en fazla insanları sevmesi gerekir. Zira Allah’ın en mükemmel eseri insandır. Cenâb-ı Hak da mahlûkatı içinde en fazla insanı sevmektedir. O güzel ve mükemmel mahlûkunun günah ve isyanlara bulaşmaması için İlâhî fermanları ve peygamberleriyle onu ikaz etmektedir. Şu var ki, insan bu dünyada bir imtihan geçirdiğinden doğru yolu seçip seçmemekte serbest bırakılmıştır. Bu konuda bir zorlama da söz konusu değildir.
Üstad Hazretleri bir risalesinde muhabbetin sebebinin “ya kemal, ya cemal veya ihsan” olduğunu kaydeder ve “kemal zatında sevilir”, buyurur. Yani bir şeyde kemal varsa onun bize faydası olsun olmasın o şey sevilir. Bunun en güzel bir örneği, başka dine mensup kişilerin Mimar Sinan’ın birer sanat harikası olan camileri hayranlıkla seyretmeleridir.
Varlık âlemindeki bütün mükemmellikler ve bütün güzellikler, Allah’ın isim ve sıfatlarının aynaları, tecellileri ve gölgeleridirler. İnsanın, hem zatı hem de sıfatları sonsuz kemalde olan Allah’ı sevmesi, onun yaratılışının gereğidir.
Muhabbetin bir sebebi de ihsandır. Var olmamız Allah’ın bir ihsanı olduğu gibi, hayat sahibi olmamız, insan olmamız, Müslüman olmamız da yine O’nun birer ihsanıdırlar. Bütün bunları unutarak, “ihsan” denilince sadece servet ve makam gibi fani şeyleri hatırlamak doğru olmaz.
Üstadımızın, “en evvel esbabı sever ve bu muhabbetini Allah’ı sevmeğe vesile yapar” dediği muhabbet, sebepler eliyle elde edilen ihsanlarda, özellikle de insanların eliyle kavuşulan nimetlerde kendini gösterir.
“Ve bazan da kavî bir esbaba rast gelir. Onun muhabbetini mana-yı ismiyle tamamen cezbeder, helâkete sebeb olur.” cümlesinde sözü edilen kuvvetli sebepler, daha çok, insanlardır.
Muhabbetin sebebi olarak sadece ihsanı gören kimseler, bazen bu ihsanların kesilmesi yahut noksanlaşmasıyla sarsılırlar, bazen de sebeplere aşırı derecede bağlanmakla hataya düşerler.
Sebepleri Allah’ın birer eseri, isimlerinin birer aynası, nimetlerinin birer tablacısı olarak gören kişi, muhabbetini öncelikle onların yaratıcısına verir ve onları Allah namına sever. Onlara Allah’ın birer memuru, birer askeri olarak değer verir. Bu sevgi Allah sevgisini noksanlaştırmaz, belki artırır.
Bilindiği gibi İslam’da esas olan Allah namına sevmek ve yine O’nun namına buğz etmek, düşmanlık beslemektir. Bunun ölçüsü ise Kur’ân ve Sünnet’tir. Allah’ın emirlerini severek yerine getirenleri sevmek, Allah namına sevmenin şümulüne girer. O emirlere karşı çıkan yahut aksini savunanları sevmemek yahut düşman olmak da yine Allah namına buğz etmeye girer. Şu var ki, burada ölçüyü korumak çok önemlidir. Mekruha yani Allah’ın beğenmediği bir işe karşı olmakla, harama yani O’nun kesin olarak yasakladığı bir şeye karşı çıkmak aynı derecede ve aynı seviyede olmamalıdır.
Dipnotlar:
(1) bk. Barla Lahikası, 217. Mektup.
(2) bk. Mesnevi-i Nuriye, Katre.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü