"Bir âşık, mahbubuna aşk-ı hakiki ile bir beka kazandırmak için 'Mabud ve Mahbub-u Hakikinin bir ayine-i cemalidir.' diye kendini teselli eder, bir hakikate yapışır." İzah eder misiniz?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

"Vahdetü’l-vücudun meşrebine sebebiyet veren aşkın envaından en mühim ciheti, aşk-ı dünyadır. Mecazi olan aşk-ı dünya, aşk-ı hakikiye inkılap ettiği zaman, vahdetü’l-vücuda inkılap eder. Nasıl ki insandan şahsi bir mahbubu muhabbet-i mecazi ile seven, sonra zeval ve fenasını kalbine yerleştiremeyen bir âşık, mahbubuna aşk-ı hakiki ile bir beka kazandırmak için 'Mabud ve Mahbub-u Hakikinin bir ayine-i cemalidir.' diye kendini teselli eder, bir hakikate yapışır."

"Öyle de koca dünyayı ve kâinatı hey’et-i mecmuasıyla mahbub ittihaz eden, sonra o muhabbet-i acibe daimî zeval ve firak kamçılarıyla muhabbet-i hakikiye inkılap ettiği vakit, o çok büyük mahbubunu zeval ve firaktan kurtarmak için vahdetü’l-vücud meşrebine iltica eder. Eğer gayet yüksek ve kuvvetli iman sahibi ise, Muhyiddin-i Arab’ın emsâli gibi zatlara zevkli, nurani, makbul bir mertebe olur. Yoksa, vartalara, maddiyata girmek, esbapta boğulmak ihtimali var..." (Barla Lahikası, 217. Mektup: Hülusi'nin İkinci Sualinin Cevabına Bir Zeyldir.)

Burada esas olan kalpteki aşkın ilahi mi yoksa mecazi mi olduğu hususudur. Şayet kalpteki aşk ilahi ise, şahsın mahlukatı sevmesi Allah hesabına olur, eşyayı Allah’ın isim ve sıfatlarına ayna olduğu için sever. Böyle bir sevgi makbuldür ve güzeldir.

Eğer kalpteki aşk mecazi ise, o zaman şahsın Allah’ı sevmesi tebei olur. O kişi, mecazi aşkını bakileştirmek için Allah’ı seviyor demektir. İnsan sevdiği ve meftun olduğu şeyin yok olup gitmesine gönlü razı olmadığı için, aşkını baki yapma yollarına bakacaktır. Âşığın sevdiği şeye "Allah’ın sonsuz güzelliğinin bir yansıması." demesi de bunun içindir.

Aşk ilahi ise halistir ve makbuldür. Şayet kalpteki aşk mecazi ise, safi değildir ve nakıstır.

"... mahbubuna aşk-ı hakiki ile bir beka kazandırmak için 'Mabud ve Mahbub-u Hakikinin bir ayine-i cemalidir.' diye kendini teselli eder." cümlesi de tamamen bu inceliğe işaret ediyor. Şayet kuvvetli bir iman sahibi ise, kurtarır. Fakat imanda bir zaafiyet varsa, bu durum onu esbab ve tabiat bataklığına sürükleyebilir.

Üstadımız aşkı ikiye ayırıyor:

"Cenab-ı Hakkın mâsivâsına yapılan muhabbet iki çeşit olur. Birisi yukarıdan aşağıya nazil olur; diğeri aşağıdan yukarıya çıkar. Şöyle ki:"

"Bir insan en evvel muhabbetini Allah'a verirse, onun muhabbeti dolayısıyla Allah'ın sevdiği her şeyi sever. Ve mahlukata taksim ettiği muhabbeti, Allah'a olan muhabbetini tenkis değil, tezyid eder."

"İkinci kısım ise, en evvel esbabı sever ve bu muhabbetini Allah'ı sevmeye vesile yapar. Bu kısım muhabbet, topluluğunu muhafaza edemez, dağılır. Ve bazen de kavî bir esbaba rastgelir. Onun muhabbetini mana-yı ismiyle tamamen cezb eder, helâkete sebep olur. Şayet Allah'a vasıl olsa da vüsulü nakıs olur." (Mesnevi-i Nuriye, Katre.)

Masiva; “Allah’ın zatından başka her şey” diye tarif edilir. Bir şey, Allah’ın yarattığı bir varlık olması bakımından “mahluk”, onun mülkü olması cihetiyle “memluk”; onun rızıklandırdığı bir varlık olması yönüyle “merzuk” ismini alır. Allah’ın zatı noktasında varlık âleminin tamamı “masiva” diye adlandırılırlar.

“Bir insan en evvel muhabbetini Allah’a verirse, onun muhabbeti dolayısıyla Allah’ın sevdiği her şeyi sever.”

Allah’ın bütün isimleri güzel olduğu gibi, onların aynaları olan mahlukat da güzeldir. İnsan bu manada, yıldızları da sever denizleri de ormanları da sever ovaları da ceylanları da sever balıkları da. Bu sevgiler onun; “Allah’a olan muhabbetini tenkis değil, tezyid eder.” Yani, mahlukatı sevmesi onun Allah sevgisine bir noksanlık getirmez, hatta artırır.

Buna göre, bir müminin, mahlukat âlemi içinde en fazla insanları sevmesi gerekir. Zira Allah’ın en mükemmel eseri insandır. Cenâb-ı Hak da mahlukatı içinde en fazla insanı sevmektedir. O güzel ve mükemmel mahlukunun günah ve isyanlara bulaşmaması için İlâhî fermanları ve peygamberleriyle onu ikaz etmektedir. Şu var ki, insan bu dünyada bir imtihan geçirdiğinden doğru yolu seçip seçmemekte serbest bırakılmıştır. Bu konuda bir zorlama da söz konusu değildir.

Üstad Hazretleri bir risalesinde muhabbetin sebebinin “ya kemal, ya cemal veya ihsan” olduğunu kaydeder ve “Kemal zatında sevilir.”, buyurur. Yani bir şeyde kemal varsa onun bize faydası olsun olmasın o şey sevilir. Bunun en güzel bir örneği, başka dine mensup kişilerin Mimar Sinan’ın birer sanat harikası olan camileri hayranlıkla seyretmeleridir.

Varlık âlemindeki bütün mükemmellikler ve bütün güzellikler, Allah’ın isim ve sıfatlarının aynaları, tecellileri ve gölgeleridirler. İnsanın, hem zatı hem de sıfatları sonsuz kemalde olan Allah’ı sevmesi, onun yaratılışının gereğidir.

Muhabbetin bir sebebi de ihsandır. Var olmamız Allah’ın bir ihsanı olduğu gibi, hayat sahibi olmamız, insan olmamız, Müslüman olmamız da yine onun birer ihsanıdırlar. Bütün bunları unutarak, “ihsan” denilince sadece servet ve makam gibi fani şeyleri hatırlamak doğru olmaz.

Üstad'ımızın, “en evvel esbabı sever ve bu muhabbetini Allah’ı sevmeğe vesile yapar” dediği muhabbet, sebepler eliyle elde edilen ihsanlarda, özellikle de insanların eliyle kavuşulan nimetlerde kendini gösterir.

“Ve bazen de kavi bir esbaba rast gelir. Onun muhabbetini mana-yı ismiyle tamamen cezbeder, helâkete sebep olur.” cümlesinde sözü edilen kuvvetli sebepler, daha çok, insanlardır.

Muhabbetin sebebi olarak sadece ihsanı gören kimseler, bazen bu ihsanların kesilmesi yahut noksanlaşmasıyla sarsılırlar, bazen de sebeplere aşırı derecede bağlanmakla hataya düşerler.

Sebepleri Allah’ın birer eseri, isimlerinin birer aynası, nimetlerinin birer tablacısı olarak gören kişi, muhabbetini öncelikle onların yaratıcısına verir ve onları Allah namına sever. Onlara Allah’ın birer memuru, birer askeri olarak değer verir. Bu sevgi Allah sevgisini noksanlaştırmaz, belki artırır.

Bilindiği gibi İslam’da esas olan "Allah namına sevmek ve yine onun namına buğz etmek, düşmanlık beslemektir." Bunun ölçüsü ise Kur’ân ve Sünnet’tir. Allah’ın emirlerini severek yerine getirenleri sevmek, Allah namına sevmenin şümulüne girer. O emirlere karşı çıkan yahut aksini savunanları sevmemek yahut düşman olmak da yine Allah namına buğz etmeye girer. Şu var ki, burada ölçüyü korumak çok önemlidir. Mekruha yani Allah’ın beğenmediği bir işe karşı olmakla, harama yani onun kesin olarak yasakladığı bir şeye karşı çıkmak aynı derecede ve aynı seviyede olmamalıdır.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

BENZER SORULAR

Yükleniyor...