"İ’lem Eyyühe’l-Aziz! Sen şecere-i hilkatin ya bir semeresi veya bir çekirdeğisin. Cismin itibariyle küçük, âciz, zayıf bir cüzsün..." Devamıyla izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
İnsanı hem kainatın halifesi hem de kainata çekirdek yapan sır, insandaki külli ibadet kabiliyetidir. Allah insanı öyle geniş ve yüksek bir mahiyet ve fıtratta yaratmıştır ki, bütün kainatı ve bütün alemleri kuşatır ve hepsine açılan bir penceresi vardır. Mesela, insanın tat alma duyusu olan dili lezzetler alemine açılan bir penceredir. Akıl manalar alemine açılan bir kapı, kalp ise Allah’ın zatı ve sıfatlarına ait muhabbete bir mahaldir.
İnsan, sahip olduğu bu geniş duygu ve mahiyet ile Allah’ın bütün isim ve sıfatlarını tartıp ölçebilir bir kabiliyettedir. Diğer mahluklarda bu genişlik ve ölçü insandaki gibi değildir. Bu yüzden insan kainat ağacının hem çekirdeği hem de meyvesidir. Ağacı gerekli ve önemli kılan şey ise meyvesidir.
Kainat bütün unsurları ile insana hizmet edip ona odaklandığı için, bir nevi kainatın varlık sebebi insandır. İnsan olmasa kainat da olmaz. Bu yönü ile insan kainatın varlık gerekçesi oluyor. Yani bir nevi kainatın varlığına ve devamına insanın ibadeti gerekçe ve gaye noktasından sebep ve kayyum oluyor. Tıpkı ağaca meyvenin sebep ve kayyum olması gibi.
İnsanı kainata çekirdek ve meyve yapan sır, geniş mahiyetinin geniş kulluğudur.
Bir ağacın en mühim gayesi ve neticesi nasıl meyvesi ise, şu kainat ağacının en büyük ve en mükemmel meyvesi ve neticesi de Peygamber Efendimiz (asm)'in şahsı ve ubudiyetidir. Tabiri yerinde ise Allah kainat ağacını sırf Hazreti Peygamberimizi (asm) netice almak için dikmiş ve büyütmüştür.
Peygamber Efendimiz (asm)'in bu yüksek makamı ise, onun Allah’ın isimlerine azami ve hakikatli bir mazhar ve ayna olmasından dolayıdır. Tabiri caiz ise Allah kendi bütün hüner ve maharetlerini en güzel ve en parlak olarak Allah Resulü (asm)'in mahiyet aynasında görüp göstermiştir. Yani Peygamber Efendimiz (asm) Allah’ın isim ve sıfatlarını en azam bir makamda en azam bir derecede izhar ve ilan ettiği ve ona tam bir ayna olduğu için habibiyet makamını elde etmiştir. Bu da gösterir ki Allh'ın kainatı ve Peygamber Efendimizi (asm) yaratması ve vesile kılmasının temelinde, kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi yatmaktadır. Mevcudatı yaratmasındaki en önemli ve kuvvetli sebep budur diyebiliriz.
"İ’lem Eyyühe’l-Aziz! Sen şecere-i hilkatin ya bir semeresi veya bir çekirdeğisin. Cismin itibariyle küçük, âciz, zayıf bir cüzsün. Lâkin Sâni’-i Hakîm lütfuyla, latîf sanatıyla seni cüz’ ve cüz’îden, küll ve küllîye çıkartmıştır."
"Evet, cismine verilen hayat sâyesinde, geniş duyguların ile âlem-i şehadet üzerinde cevelân etmekle filcümle cüz’îyet kaydından kurtulmuşsun. Ve kezâ, insaniyet i’tâsıyla bilkuvve 'küll' hükmündesin. Ve kezâ, îman ve İslâmiyet ihsanıyla bilkuvve 'küllî' olmuşsun. Ve kezâ, marifet ve muhabbetin in’amıyla muhit bir nur olmuşsun."
"Binaenaleyh, dünyaya ve cismanî lezâize meyledersen, âciz, zelil bir cüz’î olursun. Eğer cihazâtını insâniyet-i kübrâ denilen İslâmiyet hesabına sarfedersen, bir küllî ve bir küll olursun."(1)
Nur Külliyatında, insanın yirmi farklı yönünü nazara veren uzunca bir tarif cümlesi geçer. Bu cümle, “İnsan şu kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi ve hakikat-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm cihetiyle çekirdek-i aslîsi…”(2) diye başlar.
Bir başka risalede kâinat ağacının dallarının anasır (elementler), yapraklarının nebatat, çiçeklerinin hayvanlar, meyvesinin ise insanlar olduğu kaydedilir.
Bir ağacın meyvesi onun aslını gösterir. Elma ağacının çekirdeği de elma çekirdeğidir. Bu kâinat ağacının çekirdeği de “hakikat-ı Muhammediye”dir. Nitekim, bir hadis-i şerifte “Allah’ın ilk yarattığı mahluk benim nurumdur.”(3) buyrulmuştur.
“Cüz’ ve cüz’î, küll ve küllî”
Cüz parça demektir, küll ise bütün. Küllî bir nevin, bir topluluğun ismi olarak zikredilir, cüz’i ise o nevin her bir ferdine denilir.
İnsan, bedeni itibariyle kâinattan bir parça gibidir. Ayakları yer çekimiyle, ciğeri atmosferle, gözü güneşle temas halindedir. Bu temaslar onu, taş gibi müstakil bir kitle olmaktan kurtarıp, kâinattan bir cüz haline getirir ve insan böylece bir küll hükmüne geçer.
“Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki, rûy-i zemin kadar geniş bir sofra-i nimeti o ellerin önüne koymuştur.”(4)
Cismi itibariyle insan kâinattan bir cüz olduğu gibi gözü de onun bedeninden bir cüzdür. Bedenin bu küçücük parçası, kendisine ihsan edilen görme duygusu sayesinde dağları, sahraları, denizleri, yıldızları dolaşmakla bir nevi külliyet kazanırken, bir başka cüz olan eli yahut ayağı bu külliyetten mahrum kalır.
İnsanın diğer duyguları da onu küllileştirmekte, manen büyütmektedir.
Duygular, başka canlılarda da vardır. İnsanı büyüten ve küllileştiren asıl yönü onun aklıdır. Bu akıl sayesinde insan, kâinattaki varlıkları tanır, görevlerini bilir, onlardan nasıl faydalanacağını araştırır ve bulur. Bir koyun sadece bulunduğu köyün çayırlarından, bir arı yaşadığı bölgenin çiçeklerinden faydalanırken insan, bu akıl sayesinde çevresini kuşatan birçok varlıktan faydalanır. Böylece onun varlığı da küllileşmiş olur. Ancak, insanın asıl büyüklüğü, Allah’ın birer eseri olan bu varlıklardan sadece maddî yönden faydalanmakla kalmayıp, onlardaki manalara nazar etmesi, her eseri Allah’ın isimlerinin bir tecellisi olarak bilmesi, her nimeti O’nun bir ihsanı, bir ikramı olarak değerlendirmesi ile ortaya çıkar. Bu ise, iman nimeti sayesinde gerçekleşir. İnsan, akıl yoluyla bu kâinat sarayındaki eşya ile irtibat kurarken, iman sayesinde bu Kâinatın Sultanına intisap eder, O’nun bir kulu olma şerefine erişir ve O’nun emri dairesinde hareket etmekle de ebedî âlemde O’nun sonsuz ihsanlarına mazhar olur. İşte insanın küllileşmesi asıl böylece gerçekleşir.
Küllileşmenin bir başka yönü:
Her insan, insan nevinin bir ferdidir. Bir insan, sadece kendi menfaatini düşündüğü ve onun için çalıştığı takdirde o nevin cüzi bir ferdi olarak kalır. Himmetini geniş tutarak başkalarının dertleriyle dertlendiği, onlara faydalı olmaya çalıştığında ise himmeti cüziyetten çıkar, küllileşir.
“Bir adamın kıymeti himmeti nispetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.”(5)
Bir mümin, namazında “Yalnız sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz.” derken bütün müminleri, hatta her an Allah’a itaat ve ibadet halinde bulunan bütün canlıları, bitkileri ve cansız eşyayı da niyet ettiğinde ibadetini küllileştirmiş olur.
Yalnız kendisine dua etmekle kalmayıp bütün müminlerin mağfiretine ve bütün insanların hidayetine dua eden insan da duasını küllileştirmiş olur.
Üstat Hazretleri ruhu tarif ederken onun “külliyet kesbetmeye müsait” olduğunu beyan ediyor. İşte insan, ruhuna ihsan edilen bütün duygularını, bütün hissiyatını; şefkatini, merhametini ve nihayet ibadetini, duasını küllileştirebilecek bir istidada sahiptir. Sadece nefsine bakan ve kendini düşünen insan bu istidatını kuvveden fiile çıkaramamış demektir.
Ruhun külliyet kesbetmesinin önemli bir ciheti de şudur:
İnsan ruhu, akıl ve kalb yanında binlerce hissiyata da sahiptir. Bunların her birinin yaratılış gayelerinde kullanılmaları onların ibadetidir. İşte hem akıl ve kalbini hem de his dünyasını Kur’ân eksenli olarak çalıştıran bir insan, bunların her birinden ayrı kârlar elde eder ve küllî bir ibadet yapmış olur. Binlerce şubesi olan bir büyük şirket gibi, her bir duygudan ve histen gelen manevî kazançlarla insan ruhu daima terakki eder.
Kalbin imanla, aklın ilim ve marifetle nurlanmaları yanında, sevgi hissini Allah’ı ve O’nun sevdiklerini sevmede istimal eden, keza korku hissini İlâhî yasaklardan hassasiyetle kaçınmada kullanan, hafızasını faydalı şeylerle dolduran, aynı şekilde şefkatini, merhametini, merakını, endişesini hasılı bütün manevî sermayesini rıza istikametinde değerlendiren insan bu yönüyle de külliyet kazanmış olur.
"Cüz’iyet kaydından kurtulmuşsun. Ve keza, insaniyet itâsıyla bilkuvve 'küll' hükmündesin. Ve keza, iman ve İslâmiyet ihsanıyla bilkuvve 'küllî' olmuşsun."
Cüz-Küll: Küll bütündür, cüz ise bütünün bir parçasıdır. Cüz küllün bütün özelliklerinden sadece bir tanesini üzerinde barındırır. Mesela insan bir küldür, yani bütündür. Parmak ise bu küllün bir parçasıdır. İnsan denilince bütün azalar ve özellikleri akla gelir, ama parmak denildiği zaman sadece parmak ve kendine mahsus özelliği akla gelir. Cüz-kül ilişkisinde parça-bütün ilişkisi hakimdir. Parça ile bütün arasında rabıta ve bağ zayıftır.
Cüzi-Külli: Cüzi küllinin küçültülmüş bir modelidir. Küllide ne varsa, hepsi cüzide de vardır. Cüzi ile külli keyfiyeten aynı, kemiyeten farklıdır. Küllide azametli ve haşmetli olan meseleler cüzide de aynen ama küçültülmüş ve mütevazı olarak vardır. Cüziye bakarak külli hakkında fikir edinilebilir. Mesela, insan cüzi iken, insanlık küllidir. İnsanlıkta ne varsa aynısı insanda da vardır. İnsan ile insanlık arasında sadece kemiyet farkı vardır.
Burada özet olarak insanın mazhar olduğu nimet ve merhalelerin her birisinde insanın mahiyet ve genişliğinin biraz daha genişlediği ve terakki olduğu vurgulanıyor. İnsanı cüz iken, cüzi yapan, kül iken külli haline getiren bu kapsamlı nimetlerdir. İnsana verilen bu varlık, hayat, ruh, insaniyet, iman ve marifet nimetleri, insanı külliyet makamına çıkarıyor.
Mesela, insanı yokluktan varlık sahasına çıkararak, bütün nimetler ile yüz yüze getiren Allah, insana ilk külliyet mertebesini bu şekilde vermiş oluyor.
Yine insanı varlık içinde cansız bırakmayıp, hayat nimetini veren ve nimet dairesini daha da genişleten Allah, insanın külliyetine kemal vermiştir.
Hayatlılar içinde ruhsuz bırakmayıp, ruh nimetini verip, nimet dairesini daha da genişlendiren yine Allah’tır.
Ruhlular içinde insana şuur ve insaniyet vererek, nimetini bir önceki daireden daha genişine ulaştırıp, insanı kainata halife olabilecek kıvama getiren yine Allah’ın havl ve kuvvetidir.
İnsaniyet ve şuur içinde insana iman ve İslam nimetini bahşederek, insanın nimet dairesini kainattan daha ötelere geçirip bütün gaybi alemlerle müşerref eden yine Allah’ın havl ve kuvvetidir.
İman ve İslam içinde insan-ı mümine marifetullah ve muhabbetullah nimetini vererek, imkan dairesinin daha öteleri olan münezzeh ve mukaddes olan vacibat dairesi ile muhatap yapan yine Allah’ın havl ve kuvvetidir.
İşte insan başlangıçta zerre kadar bir cüz iken, sonunda nimetler sayesinde kainatın Rabbi ile muhatap olacak bir vaziyete, yani külli bir kıvama gelmiştir.
İşte insan ruh, insaniyet, İslamiyet ve iman nimetlerini terk edip sadece hayat ve hayvaniyet ile meşgul olsa, o zaman hayvandan bir farkı kalmaz, sadece hayat ve hayvaniyet dairesine kendini hapseder ki, çok büyük nimet dairelerine yüz çevirmiş olur. İman ile Allah’a muhatap olma kabiliyetini ve potansiyelini hayat ve hayvaniyet dairesindeki lezzetler yüzünden terk etmiş olur ve külliyet kesp edemez.
Evet, namazı terk eden bir adam namazla çıkılacak ulvi makamları ve nimetleri kaybeder, madde ve hayvaniyet ile cüzi ve adi kalır. Cüzi kalmakla külli olmak arasında ibadetler ve iman vardır. Kim iman ve ibadeti terk ederse, maddi lezzetler peşinde koşan adi bir böcek olarak kalır, külliyet makamını kaybeder.
“Ve kezâ marifet ve muhabbetin in’amıyla muhit bir nur olmuşsun.”
Sözler’de “İman hem nurdur, hem kuvvettir.”(6) buyrulur. İman nuruna kavuşan bir kalpte küfür zulmeti kalmadığı gibi, imandan kaynaklanan her bir güzel haslet de ayrı bir nur şubesidir ve ayrı bir karanlığı izale eder.
Bir ismi Nur olan Allah’a iman eden bir insan da Allah’ın ihsanıyla “muhit bir nur olur.”
Muhit ihata eden, kaplayan demektir. Bir insan hangi şeye hikmet nazarıyla baksa o şey onun nazarında hikmet nuruyla kaplanmış gibi olur. Hangi muhtaca merhametle nazar etse, merhamet nuru o muhtacı kaplamış demektir. Allah sevgisiyle dolu bir kalb, Allah’ın yarattığı her şeyi de O’nun namına sevmekle, bütün eşyayı muhabbetinin nuruyla kaplar gibi olur.
Marifet, Allah’ı Kur’ân’ın bildirdiği gibi hak bir inançla tanımak, yani, “O’nun zâtını Kadîm ve Bâki, Vacibü’l-Vücud, zamandan ve mekândan münezzeh, hiçbir varlığa hiçbir cihetle benzemez olarak bilmek, sıfatlarını sonsuz ve mutlak olarak tanımak, bütün esmâ-i hüsnasını güzel görmek” demektir.
Kendisini bir yaratanın olduğuna iman eden insanların büyük çoğunluğu, Allah’ı doğru olarak, hak bir inanç üzere tanıyamamışlardır. Allah’ı doğru tanımak, O’na Kur’anın ders verdiği ve Allah Resulünün (asm.) talim ettiği gibi inanmakla olur. Üç ilah safsatasına inananlar, meleklere Allah’ın kızları diyenler, Allah’ın kudretinin küçük şeylere taalluk etmediğini vehmedenler, kısacası bütün batıl inançlar, dalalet fırkaları ve yanlış felsefî ekoller hep bu marifet noksanlığı sebebiyle doğru yoldan sapmışlardır.
Kur’ân-ı Kerîm marifet dersleriyle doludur. Fatiha Sûresi, bütün hamd ve senanın ancak Allah’a mahsus olduğunun beyanı ile başlar, bunu takiben hemen marifet dersine geçilir. Allah, kendisini biz kullarına “bütün âlemlerin Rabbi, Rahmân ve Rahîm, din gününün yegâne sahibi” olarak tanıtır. Fatiha’da özet olarak verilen bu marifet dersi Kur’ân’ın tamamında tafsil edilir.
Dipnotlar:
(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Onuncu Risale.
(2) bk. Şualar, On Birinci Şua, Yedinci Mesele.
(3) bk. Aclûnî, Keşfu'l-Hafa, I, 265, 266.
(4) bk. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Beşinci dal.
(5) bk. Hutbe-i Şamiye, s. 60.
(6) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Çok faydalı bir okuma oldu,teşekkürler:).
Ve kezâ, insaniyet i’tâsıyla bilkuvve 'küll' hükmündesin?Külli olması gerek miyor mu izah EDERMİSİNİZ