"İ’lem Eyyühe’l-Aziz! Ubûdiyet, sebkat eden nimetin neticesi ve onun fiatıdır. Gelecek bir nîmetin mükâfat mukaddemesi ve vesilesi değildir..." Devamıyla izah eder misiniz?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

"İ’lem Eyyühe’l-Aziz! Ubûdiyet, sebkat eden nimetin neticesi ve onun fiatıdır. Gelecek bir nîmetin mükâfat mukaddemesi ve vesilesi değildir. Meselâ: İnsanın en güzel bir sûrette yaratılışı, ubûdiyeti iktiza eden sâbık bir nîmet olduğu ve sonra da, îmanın îtâsıyla kendisini sana tarif etmesi, ubûdiyeti iktiza eden sâbık nîmetlerdir. Evet nasılki midenin îtâsıyla bütün mat’ûmat îtâ edilmiş gibi telakki ediliyor; hayatın îtâsıyla da, âlem-i şehadet müştemil bulunduğu nîmetler ile beraber îtâ edilmiş gibi telakki ediliyor."

"Ve kezâ nefs-i insanînin îtâsıyla, bu mide için mülk ve melekût âlemleri nimetler sofrası gibi kılınmıştır. Kezâlik îmanın îtâsıyla, mezkûr sofralar ile beraber, esmâ-i hüsnâda iddihar edilen defineleri de sofra olarak verilmiş oluyor. Bu gibi ücretleri peşin aldıktan sonra, devam ile hizmete mülâzım olmak lâzımdır. Hizmet ve amelden sonra verilen nimetler mahza onun fazlındandır."(1)

Bu ders, Yirmi Dördüncü Söz’deki ibadet bahsinin çekirdeği hükmündedir.

Burada önce insana ihsan edilen nimetler iki ana başlıkta zikrediliyor, sonra tafsilata girilerek bu iki madde şu dört maddeye dönüştürülüyor:

Var olmak, hayat sahibi olmak, akıl sahibi olmak ve imana kavuşmak.

“Ubûdiyet, sebkat eden nimetin neticesi ve onun fiatıdır.” cümlesi bu dört nimete bakıyor. İnsan yaptığı ibadetlerle bu geçmiş nimetlerin şükrünü yapmaya çalışıyor. İbadetlerimizin buna kâfi gelmeyeceği açıktır.

Yokluktan kurtulup var olmak nimetine ne kadar namaz kılsak, ne kadar oruç tutsak yine azdır.

Keza, yaptığımız ibadetlerin, “cansız bir varlık değil de hayat sahibi olma”, “diğer hayat sahiplerinden ayrılarak insan olma”, “küfür ve dalâlet karanlıklarına düşmeyip mümin olma” nimetlerinin şükrüne asla kâfi gelmeyeceği açıktır.

O halde, dersin sonunda beyan edildiği gibi, “Hizmet ve amelden sonra verilen nimetler mahza onun fazlındandır.”

Bu hakikat dersiyle cennetin ibadetle kazanılamayacağı, o ebedî saadet diyarına ancak Allah’ın fazlı ve keremi ile girileceği harika bir şekilde ispat edilmiş oluyor.

Bu derste ibadet yerine “ubûdiyet” ifadesi kullanılmıştır. Ubudiyet, kulluk demektir ve ibadetten daha şümullüdür. İnsan daima ibadet etmez, ama o her zaman kuldur. İbadet görevini yaptıktan sonra da kulluğu devam etmektedir. Vakit girdiğinde namazını kılan bir mümin ikinci vakte kadar ibadetten sorumlu değildir. Ancak, kulluğu devam ettiğinden, bu süre içerisinde, konuşunca doğru söyleyecek yalana ve gıybete girmeyecek, bakarken helal şeylere bakacak, ticaretini dürüst yapacak aldatmaktan şiddetle sakınacaktır. Ayrıca, ruhuna takılan bütün duygularını ve hislerini doğru kullanmaya çalışacaktır, sevgisini, korkusunu, endişesini, merakını hep Allah’ın rızası istikametinde istimal edecektir.

İşte bütün bunlar da geçmiş nimetlere bir şükür hükmündedir.

“İnsanın en güzel bir sûrette yaratılışı, ubûdiyeti iktiza eden sâbık bir nîmet...”

İnsanın ahsen-i takvimde, yani en güzel bir surette yaratılışı onun kulluk görevini yerine getirmesini gerektiren çok büyük bir nimettir. Ahsen-i takvim ifadesi öncelikle insan ruhuna bakar. Yani insan ruhu, taşıdığı bütün istidatların mükemmel olmasıyla Allah’ın en güzel bir sanatıdır; aklımız, kalbimiz, hafızamız, hayalimiz, hissiyatımız, hepsi mükemmeldir. Bedenin güzelliği ve diğer canlıların bedenlerinden üstünlüğü de ruhun üstünlüğünden gelir. Malûm ya, mekânlar onlardan faydalanacak canlılara göre şekillenir; koyuna ağıl, tavuğa kümes, arıya kovan, padişaha saray yakışır.

“…imanın îtâsıyla kendisini sana tarif etmesi, ubûdiyeti iktiza eden sâbık nîmetlerdir.”

Allah’ın bize en büyük ihsanı, kendisini bize kelamıyla bildirmesi, yani O’nun zatı, sıfatları, isimleri, şuunatı hakkında batıl dinlerin ve bir takım felsefecilerin ortaya attıkları yanlış düşünce ve inançlardan bizi kurtarmasıdır. “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariat, 51/56) mealindeki ayette geçen ibadet kelimesini birçok tefsir âliminin “marifet” diye yorumladıkları dikkate alındığında, insanın yaratılış gayesi Allah’a iman ve O’nu kendi bildirdiği gibi hak bir inanç üzere tanımaktır.

Bir takım felsefecilerin ukul-ü aşare (on akıl) safsatası, Hristiyanların teslis inancı, Yahudilerin Üzeyr Aleyhisselamı Allah’ın oğlu bilmeleri, bir kısım kimselerin meleklere Allah’ın kızları demeleri ve nihayet bir takım insanların putları Allah katında şefaatçi bilmeleri gibi nice yanlış yollara düşmekten kurtulup Rabbimizi, Kur’ân-ı Kerim'in bildirdiği gibi bilmemiz, elbette en büyük bir nimettir ve “ubûdiyeti iktiza eden sâbık nimetler”in başında gelir.

“Evet, nasılki midenin îtâsıyla bütün mat’ûmat îtâ edilmiş gibi telakki ediliyor; hayatın îtâsıyla da âlem-i şehadet müştemil bulunduğu nîmetler ile beraber îtâ edilmiş gibi telakki ediliyor.”

Yirmi Dördüncü Söz’de geçen şu cümle bu konuda bize çok geniş bir tefekkür ufku açar:

“Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki, ruy-i zemin kadar geniş bir sofra-i ni’meti, o ellerin önüne koymuştur.”(2)

Nasıl ki bütün yiyecekler midemize hitap ediyorlarsa ve onun için hazırlanmışlarsa, duygularımıza hitap eden bütün varlıklar da o duyguların rızıkları gibidir. İnsan, meselâ, bir meyveyi eliyle tutup ağzına götürdüğü gibi, hangi şeye baksa nazarı o şeye uzanır ve onun görüntüsü gözümüzde teşekkül eder. Böylece, elimizi uzatıp o şeyi gözümüze yerleştirmiş gibi oluruz.

İnsan sadece karnını duyurmakla tatmin olmaz. Görme, işitme de onun ayrı ve çok mühim ihtiyaçlarıdır.

Bu harika temsilde şu, çok önemli ders veriliyor:

Siz sadece gıdalarla beslenmiyorsunuz. Neye baksanız o sizin bir gıdanız oluyor. Buna göre insan akşama kadar güneşi, dağları, ağaçları, nehirleri seyrettiği gibi gece olduğunda da Ay’ı ve yıldızlar âlemini seyreder. Bunların hepsi onun gözünün rızkı gibidir.

Bütün bunlar da şükrü gerektirirler.

Midenin verilmesi, mideye lazım olan yiyecek ve içeceklerin de verilmesini gerektirir. Zira mide, yiyecek ve içeceklerin hazmı için tasarlanmıştır. Hâl böyle olunca, mide verilip de yiyecek ve içecekler verilmez ise, bu abes olur, hikmetsizlik olur ki; Allah hikmetsizlikten ve abes iş yapmaktan münezzeh ve mukaddestir. Öyle ise; midenin verilmesi yiyecek ve içeceklerin de beraberinde verilmesini gerektirir ki, nimet tamam olsun.

Aynı şekilde hayatın verilmesi de alem-i şehadetin yani bütün kainat ve içindeki nimetlerin verilmesini gerektirir. Zira hayat, şu kainat fabrikasının bir neticesi, bir mahsulü gibidir. Hayatın oluşması ve devamı; ancak kainat fabrikasının çarklarının işlemesi ile mümkündür. Hayat kainattan süzülüp gelen bir meyve gibidir. Güneş, ay, su, hava, toprak, bitkiler, hayvanlar olmadan hayat olmaz. Demek bütün bu nimetler, hayatın oluşması ve devamı için verilmiştir.

Nasıl mide ile yiyecekler arasında şiddetli bir alaka ve gereklilik varsa, aynı şekilde hayat ile kainat arasında şiddetli bir alaka ve gereklilik vardır. Bu da hayatın ne denli mucizevi bir sanat olduğunu insanlara ilan ediyor.

“Ve kezâ nefs-i insanînin îtâsıyla, bu mide için mülk ve melekût âlemleri nimetler sofrası gibi kılınmıştır.”

İnsan yeme, içme, görme, işitme, yürüme gibi birçok faaliyetinde hayvanlara benzer. Onlar da çok aşağı derecede de olsa bu işleri yaparlar.

“Nefs-i insanînin i’tası” insanlık nimetine kavuşmak demektir. İnsanlık aklın itasıyla başlar. Bu akıl midesi ne yeme ve içmeyle tatmin olur, ne de duyu organlarının seyir ve temaşasıyla. Onun gıdası düşünmek, araştırmak, tefekkür etmektir.

İnsan akıl sayesinde, “mülk ve melekût âlemleri”nde hazırlanmış nimetleri, arar, bulur ve o sofralardan istifade eder. Nur Külliyatı’nda “her şeyin dışına mülk, içine melekût” denildiği kaydedilir. Bir bitkinin görünen ciheti mülk, onun taşıdığı vitaminler, belli bir hastalığa ilaç olması gibi özellikleri ise onun melekûtudur. İnsan, yeryüzündeki eşyanın yaratılış hikmetlerini araştırdığı gibi yer altı kaynaklarını da araştırır. Toprağı araştırdığı gibi yer çekimini de araştırır.

Bunları bulma ve bilme konusunda mümin-kâfir ayırımı söz konusu değildir. Aklını yerinde kullanan her insan, inancı ne olursa olsun, bu nimetleri bulur ve onlardan faydalanır.

Bugün çok ileri bir noktaya varmış olan teknolojik gelişmeler, ilmî inkişaflar, hep aklın yerinde kullanılmasıyla insan nev’ine ihsan edilmiş nimetlerdir.

“Kezâlik îmanın îtâsıyla, mezkûr sofralar ile beraber, esmâ-i hüsnâda iddihar edilen defineleri de sofra olarak verilmiş oluyor.”

İnanmayan bir insan da aklını doğru kullanmakla eşyanın gizli hikmetlerini keşfeder ve bu sayede dünya nimetlerinden daha fazla faydalanma imkânına kavuşur. “Kalbler ancak Allah’ı anmakla (O’nun zikriyle) mutmain olur.” (Ra'd, 13/28) ayetinin verdiği hakikat dersine göre, bu dünyevi refahlarına rağmen kalpleri aç olmaya devam eder, ruhları bu geçici nimetlerle tatmin olmaz.

Mümin insan, bütün eşyayı ve onlara takılan bütün özellikleri ve faydaları İlahi isimlerin tecellileri olarak görür. Bu kainat kitabını Allah namına okur, ondaki ilim ve hikmet cilvelerinin Allah’ın Alîm ve Hakîm isimlerinden geldiğini, onlarla sergilenen ikram ve ihsanların da Kerîm ve Muhsîn isimlerinin tecellileri olduğunu bilir.

Üstat Hazretlerinin şu ifadeleri, bu noktada, çok güzel bir ölçüdür ve bütün esmâ tecellilerinin bu manada değerlendirilmesiyle kalpler tatmin olur ve ruhlar kemal bulur:

“Nimet içinde inam görünür; Rahmanın iltifatı hissedilir. Nimetten inama geçsen, Mün’imi bulursun.”(3)

İn’am, nimetin verilmesi, ikram edilmesi demektir. Ağaçtan kopardığı meyveyi bir İlâhî ikram olarak değerlendirmeyen insan, o meyvenin sadece tadından ve vitamininden faydalanır. Yani o meyve onun sadece bedenine fayda sağlar, ruhuna hitap etmez. Onu Allah’ın bir ikramı olarak gören insan ise o meyvede “Rahmânın iltifatı”nı hisseder. İnsanı tanımayan ve onun ihtiyaçlarını bilmekten çok uzak olan bir meyve ağacının, o meyveleri kendi irade ve kudretiyle yapamayacağını düşünen insan, şükrünü ağaçlara ve diğer sebeplere değil onları yaratan Rabbine yapar.

Her şeyi ve her hadiseyi bu manada değerlendiren kişinin kalbi, Rabbinin huzurunda olmanın hazzını tadar.

“Bu gibi ücretleri peşin aldıktan sonra, devam ile hizmete mülâzım olmak lâzımdır. Hizmet ve amelden sonra verilen nimetler mahza onun fazlındandır.”

Mülâzım; “tutunup kalan, sarılıp ayrılmayan” demektir. Bu dersteki manası, insanın “yoklukta kalmaktan kurtulup mümin insan olmaya kadar” mazhar olduğu sayısız nimetlere karşı şükür ve ibadet görevini hassasiyetle yerine getirmesi, ibadete sarılıp isyandan uzak kalmasıdır.

Yaptığımız ibadetlerle bu büyük nimetlerin hiçbirinin şükrünü tam olarak yerine getirmiş olamayacağımızı bilip, ahiretteki sonsuz nimetleri “mahza onun fazlı” yani sadece ve sadece İlâhî bir lütuf olarak kabul etmemiz gerekir.

Dipnotlar:

(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Onuncu Risale.
(2) bk. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Beşinci Dal.
(3) bk. age., On Yedinci Söz'ün İkinci Makamı.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Kategorileri:
Okunma sayısı : 6.058
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

BENZER SORULAR

Yükleniyor...