"Kâinat içinde parmak karıştıran bir ortak bulunsa, en küçük bir çekirdekte hissedar olmak lazım gelir; çünkü o, onun numunesidir." İzah edip, cüz-küll ve cüz’i-küllî kavramlarını açıklar mısınız?
Değerli Kardeşimiz;
Çekirdeğe Rab olmak için, bütün kâinata Rab olmak gerekir. İkisi arasında sıkı ve kopmaz bir tevhit bağı vardır. Şirk her ikisine de yerleşemez.
Bir çiçek ile bir çiçek bahçesinin ifade ettiği hakikat ve manalar aynıdır. Aralarında külliyet ve cüziyet noktasında bir fark vardır. Çiçek cüz’i, bahçe ise küllidir. Çiçek ve üzerindeki manalar, zihinde berrak ve net bir şekilde okunup ihata edilebilir. Ama bahçe ve üzerindeki hakikati idrak ve ihata o kadar kolay değildir.
Bu manayı çekirdek ve kâinata tatbik ettiğimiz zaman bir çekirdeği yaratıp icat etmek ile bütün kâinatı yaratıp icat etmek arasında hiçbir fark yoktur. Öyle ise kâinatta cari olan bir hakikat aynı şekilde bir çekirdekte de caridir.
Mesela, bir elma küçük bir nimettir. Ama ona, iman ve tevhid nazarı ile bakıldığı zaman bütün kâinat ile alakalı olduğu, Allah’ın bütün isim ve sıfatlarına işaret eden bir levha ve ayna olduğu görülüyor. Zira elmanın icadı için bütün kâinat fabrikasının işlemesi gerekiyor. O elma bütün kâinattan süzülen bir neticedir. Onun yaratılması için toprak, hava, su ve güneş lazım. Dolaylı ve dolaysız bütün kâinatı istila eden sebeplerin hepsi elmanın vücudunda cem olmuştur. Öyle ise elmayı yapan Zatın bütün kâinata ve sebeplere hükmünün geçmesi gerekiyor. Bir sebep başkasının olsa elma vücuda gelmez. Allah elmayı tevhit manasını ihtar ve ikaz etme noktasından kâinat kadar beliğ ve fasih yapmıştır. Çekirdeği de buna kıyas edebiliriz.
“Bir küll ne şeye muhtaç ise, cüz’ü de o şeye muhtaçtır.” (Mesnevî-i Nuriye)
Nur Külliyatı’nda cüz, küll, cüz’î, küllî kelimeleri çokça geçer. Cüz, parça; küll ise bütün demektir.
Lügat mânasıyla, küllî, ‘bütüne ait, külle mensup’; cüz’î ise ‘parçaya ait, parçaya mensup’ demek oluyor. Istılahta ise durum oldukça farklı.
Seyyid Şerif Cürcânî’nin Tarifat adlı eserinde, “küllî”, ‘tasavvuru ortaklık vukuunu men etmeyen şey’, “cüz’î” ise, ‘tasavvuru ortaklık vukuunu men eden şey’ olarak tarif edilmiş ve küllî için “insan”, cüzî için ise “Zeyd” misâl verilmiş.
Zeyd ismi ülkemizde kullanılmadığı için onun yerine Hasan diyerek bu tarifleri şöyle açıklayabiliriz. İnsan denildiği zaman bütün bir insanlık âlemi hatıra gelir. Bu topluluktan birisine insan denilmesi diğerine de denilmesine mâni değil. Yani bu küllî mana, ortaklığı men etmez. Ama cüz’î, ortaklığı men eder; ismi Hasan olan birisine Osman diyemezsiniz. Hasan da Osman da ortaklığı kabul etmeyen müstakil fertlerdir.
Şu cümle dikkatle incelendiğinde küllînin ıstılah manası çok daha iyi anlaşılıyor:
“.... Efradça kesretli bir küllînin icadı, bir tek cüz’înin icadı kadar sühuletlidir. Ve en âdi bir cüz’îde, en yüksek bir kıymet-i san’at gösterilebilir.” (Sözler)
“Efratça kesretli bir küllî,” ifadesi üzerinde önemle durmak gerekiyor. Demek ki, küllînin fertleri var. Küllün ise fertleri değil parçaları, kısımları vardır.
İnsan dediğimiz zaman bütün insanları içine alan küllî bir mana hatıra gelir. Her bir insan bu küllînin bir ferdidir.
Küllî, bir cins, bir topluluk, bir şahs-ı manevî, cüz’î ise o küllînin bir ferdidir.
Küllî ile cüz’î aynı isimle anılırlar, ama küll ile cüze aynı isim verilmez. İnsan küllî bir manadır ve bir tek insana da insan deriz. Ama tek bir insanı bir küll olarak düşündüğümüzde onun, meselâ, koluna insan diyemiyoruz; bir ağacın yaprağına yahut dalına ağaç diyemediğimiz.
Bu dört kelime Nur Külliyatı’nda tevhidi ispat için kullanılır. Şöyle ki:
Bir küllün parçaları yahut bir küllînin fertleri ayrı İlâhlara isnat edilemezler. Parçayı kim yaratmışsa, bütünü de o yaratmıştır; fert kimin mahlûku ise nevi de onun mahlûkudur.
İnsan bedeni bir küll, bir bütün; her bir organ ise o bedenin bir cüzü, bir parçası. Yer küremizin tümünü bir küll olarak değerlendirdiğimizde dağlar, ovalar, denizler o küllün cüzleri olurlar. Bir organı kim yaratmışsa bedenin yaratıcısı da odur. Bir dağ kimin mülkü ise bütün yer küresi de O’nun mülküdür.
Nur Külliyatı’nda, “Bir küll ne şeye muhtaçsa cüzü de o şeye muhtaçtır.” buyrulur. Bir elin vazife görmesi için bütün bir bedenin ahenk içinde çalışması gerekiyor. Bedenin çalışması da kâinattaki bütün sistemlerin nizamına bağlı. Demek ki, kâinatta kim tasarruf ediyorsa, parmağımızın hareketini yaratan da ancak O’dur.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü