"Şu makasıd-ı erbaa, Kur’an’ın hangi ayetlerinde bulunuyor?" Bu suali ve cevabını hülasa olarak izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"Sual: Şu makasıd-ı erbaa, Kur’an’ın hangi ayetlerinde bulunuyor?" (İşârâtü’l-İ’caz)
Makasıd-ı erbaa ile tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ile ibadet kastedilmiştir. Bu dört maksadın Kur’an’ın hangi ayetlerinde bulunduğu sorulmaktadır. Üstad Hazretleri bu suale şöyle cevap veriyor:
"O anasır-ı erbaa, Kur’an’ın heyet-i mecmuasında bulunduğu gibi, Kur’an’ın surelerinde, ayetlerinde, kelamlarında hatta kelimelerinde bile sarahaten veya işareten veya remzen bulunmaktadır." (İşârâtü’l-İ’caz)
Kur’an’ın anasır-ı erbaası olan tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ile ibadet Kur’an’ın tamamında bulunmaktadır. Hatta her bir sûresinde, her bir âyetinde hatta her bir kelimesinde bu anasır-ı erbaa vardır. Kur’an’ın bu dört ana unsurdan bahsi ya sarahaten, ya işareten, ya da remzendir. Üstadımız şöyle devam ediyor:
"Çünkü Kur’an’ın küllü cüzlerinde göründüğü gibi, cüzleri de Kur’an’ın küllüne ayinedir." (İşârâtü’l-İ’caz)
“Kur’an’ın küllü” demek, “Kur’an’ın bütünü ve tamamı” demektir. Kur’an 114 sureden müteşekkil bir küll’dür yani tek bir kitaptır.
Kur’an’ın her bir suresi ise bu küll’ün, yani Kur’an’ın bir cüz’üdür. Kur’an’ın küllü cüzlerinde görünür. Yani Kur’an’ın tamamında anlatılan hakikatler, Kur’an’ın cüz’ü olan sûrelerde de anlatılır. Ta ki Kur’an’ın tamamını okuyamayanlar Kur’an’dan nasipsiz kalmasın; O’nun bir sûresini okumakla da hakikatlerden hissedar olsun.
Kur’an’ın tamamı cüzlerinde göründüğü gibi, cüzleri de Kur’an’ın küllüne ayinedir. Zaten küll cüzde gözükünce, ister istemez cüz de külle ayna olacaktır.
Kim Kur’an’daki anasır-ı esasiyeyi ve Kur’an’ın takip ettiği maksatları öğrenmek isterse, küçük bir suresini okuyunca o anasır-ı esasiyeyi o surede bulacaktır. Zira Kur’an’ın küllü cüzlerinde göründüğü gibi, cüzleri de Kur’an’ın küllüne ayinedir. Üstadımız şöyle devam ediyor:
"Bunun içindir ki Kur’an, “müşahhas olduğu hâlde, efrad sahibi olan küllî” gibi tarif edilir." (İşârâtü’l-İ’caz)
Bu cümleyi daha iyi anlayabilmek için ilk önce “küllî” mefhumunu; Küllîyi anlamak için de küllü, Küllü anlamak için de cüz ve cüz’îyi anlamak lazım.
Cüz: Küllü meydana getiren parçalardır.
Küll: Parçalardan teşekkül eden bütündür.
- Mesela insan bir küll’dür. Onun eli, kolu, ayağı ve diğer âzaları ise cüzdür.
- Yine bir ağaç küll’dür. Ağacın yaprağı, çiçeği ve meyvesi ise cüzdür.
- Bir fil küll’dür. Filin hortumu, ayakları, kulakları ve diğer âzaları cüzdür.
- Yeryüzünün tamamını bir küll olarak düşünürsek; dağlar, denizler, ovalar ve ormanlar o küll’ün cüzleridir.
- Güneş sistemimizi bir küll olarak düşünürsek, her bir gezegen o küll’ün bir cüzüdür.
Küllî: Küll hükmündeki varlıklardan teşekkül eden bütündür.
- Meselâ; bir insan küll, insan mefhumu küllîdir.
- Yine bir at küll ise, hayvan mefhumu küllîdir.
- Bir çiçek küll ise nebatat mefhumu küllîdir.
Küllînin hariçte vücudu yoktur. Bu bir şahs-ı manevînin, bir nev’in ve bir cinsin ismidir. Zihinlerde teşekkül eden bir mana olup, haricî bir vücudu yoktur. Bazı şeyler vardır ki, bunların vücudu olmamakla birlikte, yokluklarına da hükmedilemez. Meselâ; sağ, sol, alt, üst bunun gibi mefhumlardır. Bunların bir vücudu yoktur lakin yokluklarına da hükmedilemez. Yani ne vardır ne de yoktur. Bunlara emr-i nisbî, emr-i itibarî ya da emr-i izafî denilir. İşte küllî mefhumu da bir emr-i nisbîdir. Küll hükmündeki varlıkların şahs-ı manevisini temsil eder. Bir nev’e veya cinse işaret eder.
Cüz’î: Küllîyi teşkil eden fertlerdir. Meselâ; insan nev’i küllî, bir insan ise onun cüz’îsi olur. Yukarıda insana küll demiştik, şimdi cüz’î dedik. Bu, insanın nisbetine göredir.
- İnsanın âzalarına cüz, insana küll nazarıyla bakılır. Eğer insan nev’ine küllî nazarıyla bakılırsa, bu sefer insana cüz’î nazarıyla bakılır.
- Yine bir ağaca meyvesi, yaprağı ve çiçeği nazara alınarak bakılırsa ağaç küll; çiçeği, meyvesi ve yaprakları cüz olur. Eğer ağaç nev’i nazara alınsa, bu durumda, ağaç nev’i küllî; ağacın kendisi ise cüz’î olur.
Şimdi Üstadımızın cümlesine bir daha bakalım:
"Bunun içindir ki Kur’an, “müşahhas olduğu hâlde, efrad sahibi olan küllî” gibi tarif edilir."
Kur’an müşahhastır yani elle tutulan, gözle görülen bir kitaptır. Müşahhas olan bir şeye küllî diyemeyiz. Çünkü küllînin bir vücud-u haricîsi yoktur ve müşahhas değildir. Kur’an ise müşahhastır ve bir vücud-u haricîsi vardır. Bu durumda, Kur’an’a küllî diyemez ve sadece şöyle diyebiliriz: Kur’an bir küll olup, sureleri bu küll’ün cüzleridir.
Lakin bu cüzler -yani Üstadımızın “efrad” dediği sureler- öyle cami’dir ki âdeta her biri hususi bir kitap hükmündedir. Kur’an’ın tamamında zikredilen maksatlar bu küçük surelerde de zikredilmiş ve bu sureler Kur’an’ın tamamına ayna olmuştur. Bu hususiyetleriyle de -neredeyse- cüz hükmünde iken küll hükmünü almıştır.
Sureye küll olarak bakarsak, surenin ayet ve kelimeleri bu küll’ün cüzleri hükmünde olur. Bu durumda, Kur’an cüzlerden teşekkül eden bir küll değil; cüz’îlerden teşekkül eden bir küllî hükmüne geçer. Yani her bir süresi cüz’î olup, Kur’an da bütün bu cüz’îleri cem eden bir kitab-ı küllî olur.
Surelerin küll mü yoksa cüz’î mi olarak değerlendirilmesi, surenin nisbetine göredir. Surenin üç durumu vardır:
- Eğer sureye küll nazarıyla bakarsak, ayet ve kelimeleri surenin cüz’ü olur.
- Eğer Kur’an’a küll nazarıyla bakarsak, sure bu küll’ün cüz’ü olur.
- Eğer Kur’an’a küllî nazarıyla bakarsak, sure bu küllînin cüz’îsi olur.
Çünkü küll cüzlerden, küllî ise cüz’îlerden meydana gelir.
Kur’an küllî değil, bir küll’dür. Zira müşahhas şeylere küllî denilmez. Ancak Kur’an müşahhas olduğu hâlde -yani elle tutulan, gözle görülen bir kitap olduğu hâlde- efrad sahibi olan küllî gibi tarif edilir. Yani her bir suresi cüz hükmünde değil, cüz’î hükmünde kabul edilir. Bununla da Kur’an, efrad -yani cüz’îler- sahibi bir küllî olur.
Kur’an surelerinin manasındaki vüs’ate ve bir küll hükmünde olmasına Hz. Ali şöyle dikkat çeker:
- Bütün semavî kitapların esrarı Kur’an’dadır. Kur’an’daki her şey Fatiha’dadır. Fatiha’daki her şey Besmele’dedir. Besmele’deki her şey Besmele’nin ‘be’sindedir. Besmele’nin be’sindeki ise onun altındaki noktadadır.
Hz. Ali’nin bu sözünü İmam Kudûrî “Yenâbiu’l-Mevedde” adlı eserinde rivayet etmiştir. Yine Fahreddin-i Râzî de Hazret-i Ali’nin ismini vermeden, “Denilir ki…” diyerek bu rivayeti nakleder. (Râzî, 1/98)
Akla şöyle bir sual gelebilir: Haydi Kur’an’ın anasır-ı esasiyesinin Fatiha suresinde, Fatiha suresinin de Besmele’de olduğunu anladık. İyi de Besmele nasıl ‘be’sinde olabilir?
Bu suale şöyle cevap veririz:
Biz desek ki: Allahu Teâlâ koca incir ağacını küçücük çekirdeğinde saklamıştır.
Bu sözümüze karşı birisi dese: Yahu bu ağacın kökü var, dalı var; yaprağı, meyvesi ve diğer cihazları var. Bu koskocaman ağaç şu çekirdeğe nasıl sığsın?
Ona cevaben deriz ki: “O çekirdeği toprağa at ve bekle. Bütün bu âzaların ondan çıktığını göreceksin...”
Evet, kocaman ağacın bir çekirdekte saklandığını görmek için, çekirdeği toprağa atıp beklemek gerekir.
Hem “Koca ağaç bu çekirdeğin içindedir” demek, “Koca ağaç cismiyle bu çekirdeğin içindedir.” demek değil, “Ağacın plan ve programı bu çekirdekte yazılmış ve kaydedilmiş” demektir.
Aynen bunun gibi, “Besmele ‘be’ de yazılmış.” demek de “Besmele’nin bütün manası ‘be’dedir.” demek değil “Kur’an’ın maksatlarına ‘be’ ile de ulaşabilirsin” demektir.
Eğer denilse ki: “Haydi ulaş da görelim.”
Risale-i Nur’dan aldığımız derse istinaden bu kapıyı şöyle açabiliriz:
Bir köy muhtarsız, bir iğne ustasız ve bir harf kâtipsiz olamaz. Ortada bir “be” harfi varsa elbette bunun bir kâtibi olmalıdır. İşte “be” harfi varlığıyla, kâtibi olan Allah u Teâlâ’nın vücub-u vücudunu ispat eder.
Madem bu “be” harfinin bir sahibi var ve bu Zat-ı Kerim bu harfi inzal etmiş, elbette kendisine inzal ettiği zat O’nun elçisi ve resulü olmalıdır. Bu da nübüvveti ispat eder.
Madem bu Zat “be” harfi ile varlığını bildirmiş ve bir zatı kendisine elçi seçmiş, o hâlde bizden istediği bir şeyler var. Bizden istediği bir şeyler varsa elbette isteklerini yerine getirenlere bir mükâfatı ve yerine getirmeyenlere de bir mücazatı olacaktır. Bu da cenneti ve cehennemi, dolayısıyla haşri iktiza ve ispat eder.
Hem madem kendisinden haberdar etmiş, elbette bize bir şeyler emredecek. Eğer adil bir zat ise -ki öyledir- adaleti de emredecek. Bu da ibadeti ve adaleti ispat eder ki, saydığımız bu dört unsur Kur’an’ın makasıd-ı erbaasıdır...
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü