"Cüz"-"Küll", "Cüz'i"-"Küllî" ne demektir?
Değerli Kardeşimiz;
Cüz; “kısım, parça.”
Küll; “tüm, bütün.”
Cüz’i; cüze ait olan. Birimlerden meydana gelen topluluğun her bir birimi.
Küllî; külle mensup. Umumî. Birimlerden meydana gelen topluluğun tamamı.”
İnsan bedeni bir küll, bir bütündür. Her bir organ ise o bedenin bir cüzü, bir parçasıdır. Arz küresinin tümünü bir küll olarak değerlendirdiğimizde, dağlar, ovalar, denizler o küllün cüzleri olurlar. Güneş sistemimiz bir küll, her bir gezegen ise o küll’den bir cüzdür. Ve nihayet, insan-ı ekber denilen kâinat da bir küll; onu teşkil eden her sistem, her yıldız, her gezegen, her atom, her molekül o büyük insanın organları, hücreleri gibidir.
“Bir küll ne şeye muhtaç ise, cüz’ü de o şeye muhtaçtır.” (Mesnevî-i Nuriye)
Nur Külliyatı’nda cüz, küll, cüz’î, küllî kelimeleri çokça geçer. Cüz, parça; külli ise bütün demektir.
Lügat mânasıyla, küllî, ‘bütüne ait, külle mensup’; cüz’î ise ‘parçaya ait, parçaya mensup’ demek oluyor. Istılahta ise durum oldukça farklı.
Seyyid Şerif Cürcânî’nin "Tarifat" adlı eserinde, “küllî”, "tasavvuru ortaklık vukuunu men etmeyen şey", “cüzî” ise "tasavvuru ortaklık vukuunu men eden şey" olarak tarif edilmiş ve küllî için “insan”, cüzî için ise “Zeyd” misâl verilmiştir.
Zeyd ismi ülkemizde kullanılmadığı için onun yerine Hasan diyerek bu tarifleri şöyle açıklayabiliriz. İnsan denildiği zaman bütün bir insanlık âlemi hatıra gelir. Bu topluluktan birisine insan denilmesi diğerine de denilmesine mâni değil. Yani bu küllî mânâ, ortaklığı men etmez. Ama cüz’î, ortaklığı men eder; ismi Hasan olan birisine Osman diyemezsiniz. Hasan da Osman da ortaklığı kabul etmeyen müstakil fertlerdir.
Şu cümle dikkatle incelendiğinde küllînin ıstılah mânâsı çok daha iyi anlaşılıyor:
“Şu kâinatta, şu görünen tasarrufat ve ef’âl ile hükmeden Sâni’-i Kadîr’in kudretine nisbeten, en büyük küll en küçük cüz’ kadar kolay gelir. Efratça kesretli bir küllînin icadı, bir tek cüz’înin icadı kadar sühuletlidir. Ve en âdi bir cüz’îde, en yüksek bir kıymet-i san’at gösterilebilir.” (1)
En büyük küll olarak bütün bir kâinatı, en küçük cüz olarak ise bir atomu alabiliriz. İkisinin yaratılışı arasında İlâhî kudret için bir kolaylık yahut zorluk söz konusu değildir.
“Efratça kesretli bir küllî,” ifadesi üzerinde önemle durmak gerekiyor. Demek ki, küllînin fertleri var. Küllün ise fertleri değil parçaları, kısımları vardır.
İnsan dediğimiz zaman bütün insanları içine alan küllî bir mânâ hatıra gelir. Her bir insan bu küllînin bir ferdidir. Bu ifadeye göre bütün insanların yaratılmasıyla bir insanın yaratılması arasında fark olmadığı anlaşılır.
Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur:
“Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir.” (Lokman, 31/28)
Aynı mânâyı diğer küllî ve cüzîlere de tatbik edebiliriz. Bütün çiçeklerle bir çiçeğin, bütün yıldızlarla bir yıldızın, bütün atomlarla bir atomun yaratılışı arasında fark yoktur.
Küllî, bir cins, bir topluluk, bir şahs-ı manevî; cüzî ise o küllînin bir ferdidir. Küllî ile cüzî aynı isimle anılırlar, ama küll ile cüze aynı isim verilmez. İnsan küllî bir mânâ, bir tek insana da insan diyoruz. Ama tek bir insanı bir küll olarak düşündüğümüzde onun cüzlerine, meselâ koluna “insan” diyemiyoruz; bir ağacın yaprağına yahut dalına ağaç diyemediğimiz gibi.
Bu dört kelime Nur Külliyatı’nda tevhidi ispat için kullanılır. Şöyle ki; bir küllün parçaları yahut bir küllînin fertleri ayrı İlâhlara isnat edilemezler. Parçayı kim yaratmışsa bütünü de o yaratmıştır; fert kimin mahlûku ise nevi de onun mahlûkudur.
İnsan bedeni bir küll, bir bütün. Her bir organ ise o bedenin bir cüzü, bir parçası. Yer küremizin tümünü bir küll olarak değerlendirdiğimizde dağlar, ovalar, denizler o küllün cüzleri olurlar. Bir organı kim yaratmışsa bedenin yaratıcısı da O’dur; bir dağ kimin mülkü ise bütün yer küresi de O’nun mülküdür.
Nur Külliyatı’nda, “Bir küll ne şeye muhtaçsa cüzü de o şeye muhtaçtır” buyrulur. Bir elin vazife görmesi için bütün bir bedenin ahenk içinde çalışması gerekiyor. Bedenin çalışması da kâinattaki bütün sistemlerin nizamına bağlı. Demek ki, kâinatta kim tasarruf ediyorsa, parmağımızın hareketini yaratan da ancak O’dur.
Nur Külliyatı'nın bazı cümlelerinde küllî ile küllün yahut cüzî ile cüz’ün birlikte kullanıldığını görürüz. İlk bakışta aralarında bir fark yok gibi gelir. Ama kanaatimizce bunları tariflerine uygun olarak değerlendirdiğimizde bazı farkların olduğu anlaşılır.
Bir misâl:
“Evet ey insan! Sen, nebatî cismaniyetin cihetiyle ve hayvanî nefsin itibarîyle; sağir bir cüz, hakir bir cüz’î, fakir bir mahlûk, zaîf bir hayvansın ki; bütün dehşetli mevcudat-ı seyyalenin dalgaları içinde çalkanıp gidiyorsun..."(2)
Bu cümlede insan için hem cüz, hem cüz’î denildiğini görüyoruz. “Sağir bir cüz” ifadesinde, bütün kâinat bir tek varlık olarak düşünülüyor ve insan bedeni bu âlemden bir cüz oluyor. “Hakir bir cüz’î” ifadesinde ise, bütün insanlar yahut bütün canlılar âlemi (küllî) içinde insan küçük bir fert (cüz’î) olarak kalıyor.
Ağacın tümü için olduğu gibi, bir tek yaprak için de baharın gelmesi, dünyanın dönmesi, yağmurun yağması, güneşin doğması gerek. Bütün bir âlemin mâliki kim ise, ağacın da, yaprağın da sahibi O. Yoksa yaprağı ağaç yapıyor değil.
"İ'lem eyyühe'l-aziz! Sen şecere-i hilkatin ya bir semeresi veya bir çekirdeğisin. Cismin itibarıyla küçük, âciz, zayıf bir cüzsün. Lâkin Sâni-i Hakîm lütfuyla, lâtif san'atıyla seni cüzlükten küllîliğe çıkartmıştır."
"Evet cismine verilen hayat sayesinde, geniş duygularınla âlem-i şehadet üzerinde cevelân etmekle filcümle cüz'iyet kaydından kurtulmuşsun. Ve keza, insaniyet itâsıyla bilkuvve 'küll' hükmündesin. Ve keza, iman ve İslâmiyet ihsanıyla bilkuvve 'küllî' olmuşsun. Ve keza, mârifet ve muhabbetin in'âmıyla muhit bir nur olmuşsun."
"Binaenaleyh, dünyaya ve cismanî lezâize meyledersen, âciz, zelil bir 'cüz'î' olursun. Eğer cihazatını insaniyet-i kübrâ denilen İslâmiyet hesabına sarf edersen, bir 'küllî' ve bir 'küll' olursun." (3)
İnsanın mazhar olduğu nimet ve merhalelerin her birisinde, insanın mahiyetinin biraz daha genişlediği ve terakki ettiği vurgulanıyor. İnsanı cüz iken cüzi yapan, kül iken külli haline getiren; bu harika nimetlerdir. İnsana verilen bu varlık, hayat, ruh, insaniyet, iman ve marifet nimetleri insanı külliyet makamına çıkarıyor.
Mesela; insanı yokluktan varlık sahasına çıkararak bütün nimetler ile yüz yüze getiren Allah, insana ilk külliyet mertebesini bu şekilde vermiş oluyor.
Yine insanı varlık içinde cansız bırakmayıp, hayat nimetini veren ve nimet dairesini daha da genişleten Allah, insanın külliyetine kemal vermiştir.
Hayatımız olmasaydı, biz de bu kâinatın küçük bir cüz’ü, bir parçası olurduk. Hayatın ihsan edilmesiyle, cansız bir cüz’ olmaktan kurtulup küllîleştik. Geceyle, gündüzle, hava ile su ile güneş’le, ay’la, baharla, yazla irtibatımız oldu. Böylece bir nevi küllileşmiş olduk.
İnsaniyetin verilmesiyle bizi kuşatan bu âlemle sadece maddî ihtiyaçlarımıza dayanan bir alâka kurmayı aşarak, o varlıkların ne olduklarını, ne gibi hususiyetler taşıdıklarını, bize ne gibi faydalar sağladıklarını araştırıp bulmakla hakikî külliyete erdik.
İslâmiyet nimetinden mahrum bir insan, kendisini kuşatan bütün bu varlıkları düşünmek ve incelemekle hakikî külliyete erse bile, bu külliyet “ulvî ve nûranî bir külliyet” değildir. O varlıklara iman nazarıyla baktığında, onlarda tecelli eden esma ve sıfat-ı İlâhiyeyi düşünmeye başlar. Eşyayı, birer İlâhî sanat ve Rabbanî ihsan olarak mütalâa eder. Böylece, sadece akılla elde ettiği o külliyet ulvileşir, kalbin mazhar olduğu feyizlerle nuraniyet kazanır.
Kalpte iman nuru ziyadeleştikçe ona bağlı olarak marifet ve muhabbet nurları da inkişaf eder. Allah’ın bir ismi Nur’dur; bütün isimleri ve sıfatları nuranidir. Ve bu nuranî sıfatlar muhittirler, yani bütün eşyayı ihata etmişlerdir. İşte insan, iman nuruyla her neye baksa onda İlâhî isimlerin nurlarını müşahede eder ve bütün varlık âleminde o muhit nurun cilvelerini görür.
İşte insan, başlangıçta zerre kadar bir cüz iken, sonunda nimetler sayesinde kâinatın Rabbi ile muhatap olacak bir vaziyete yani; külli bir kıvama gelmiştir.
Dipnotlar:
(1) bk. Mektubat, Yirminci Mektup, İkinci Makam.
(2) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, İkinci Mebhas.
(3) bk. Mesnevî-i Nuriye, Onuncu Risale
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar