"Öyle de daire-i kesretin nihayetlerindeki zîhayat ve zîhayatın ve hususan insanın yüzündeki sikke ve kalbindeki fihristiyet..." Devamıyla izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Daire-i kesret, dolaylı ya da dolaysız hayata hizmet eden bütün kâinatın çarklarıdır. Hayat bütün kâinat fabrikasının çarklarının işlemesinden hâsıl olan cami’ ve en harika bir san’attır.
Osmanlı liralarının bir yüzünde padişahın tuğrası vardır ve onun ismi yazılıdır. Diğer yüzünde ise basıldığı yerin ismi (Kostantiniyye) yazılıdır. Üstad Hazretleri bu kelimeleri bütün İlâhî san’at eserlerine tatbik ediyor. Meselâ, bir meyvede Allah’ın Rezzak (rızık verici) isminin okunması cihetiyle o meyve bir turradır. Diğer taraftan, bir meyve bütün bir kâinat fabrikasının müşterek çalışmalarıyla meydana gelmesi cihetiyle de o meyve bir kudret sikkesi taşır. Yani, "Bütün kâinatı yaratıp idare edemeyen beni yapamaz" mânâsını ilan eder.
“Her bir insanın yüzünde bütün ebna-yı cinsinden ayrı alamet-i farika” vardır. Hiçbir insanın siması diğerine benzemez. Her simada onu başka simalardan farklı kılan bir alamet vardır. Beden ruhun hanesi olduğundan, bedende açık bir şekilde müşahede edilen bu farklılık, ruhlarda da söz konusudur. İnsan bedeninin aynı organlarla donatılması gibi, insan ruhu da aynı duygular ve latifelerle donatılmıştır. Ancak yine insan bedeninin başka bedenlere benzememesi gibi, bir insanın ruhu da başkasının ruhuna benzemez, yani birbirinin aynı iki ruh yoktur. Rabbü’n-nas isminin tecellisiyle terbiye gören hiçbir beden, bir başka bedenin aynısı olmadığı gibi, o bedenlere nefhedilen hiçbir ruh da başka bir ruhun aynı değildir.
Küçücük bir simada birbirinden farklı yüzler çizmek, büyük bir mucize değil de nedir acaba?.
Bugüne kadar yaratılan ve kıyamete kadar da yaratılacak olan bütün insanlar Cenab-ı Hakk’ın ilmindeki, yarattığı hiçbir insan diğerine benzemiyor. Sadece siması mı? Her insandaki sesi, kokusu, yürüyüşü, göz rengi ve parmak izi de biribirinden farklı. Bilhassa küçücük parmak ucuna trilyonlarca farklı çizgi çizmek, farklı nişan koymak Allah’ın sonsuz ilmini, sikkesini ve mührünü ilan ve ispat ediyor.
İnsan şu kâinatın küçük bir modeli, numunesi, fihristesi ve nüshası olmasından dolayı, insan âdeta Allah’ın bütün isim ve sıfatlarının ince ve latif bir şekilde yazıldığı arşı hükmündedir. Yani kâinatta azametli ve haşmetli olarak tecelli eden Allah’ın isim ve sıfatları, insanda da aynı şekilde ama daha bariz ve daha okunaklı bir şekil ile tecelli ediyor.
Aynı mâna insan ile kalb arasında da vardır. Yani insan kâinata nasıl bir model ve fihriste ise, kalb de insanın fihistesidir. Kur’an-ı Kerim besmelede, besmele de “Be” harfinde dürülü olduğu gibi, aynı şekilde kâinat insanda, insan ise kalbte saklıdır.
“Ben yere göğe sığmadım, ancak mü'min kulumun kalbine sığdım.”(1)
Hadis-i kudsîsi bu mânaya işaret eden bir levha gibidir.
Kalb; imanın mahalli, isim ve sıfatların tecelligâhı, marifet ve muhabbetin merkezidir. Evet, güneş küçük bir cam parçasında tecelli edip ma’kes bulduğu halde, koca bir dağda tecelli etmez. Zira dağda bu istidat yoktur. Allah’ın insanın kalbine sığması, insan kalbinin O’na iman etmesi ve tanıması demektir. Cenab-ı Hak güneşe ziya, ağaca meyve verme istidadını verdiği gibi, insanı da kendisini tanıyacak bir istidat vermiştir.
Allah, insan kalbini nihayetsiz ihtiyaç, emel ve arzular ile donattığı için, her isme açılan ve idrak eden bir hissiyat ve küçücük mizanlar vardır. Kalb bu noktadan kâinatın küçük bir harita, Allah’ın isim ve sıfatları ise, bu haritayı aydınlatan bir güneş gibidir.
(1) Hadis-i kudsînin metni şöyledir: مَا وَسِعَنِى سَمَاۤئِى وَلاَاَرْضِى وَلٰكِنَّ وَسِعَنِى قَلْبُ عَبْدِىَ الْمُؤْمِنِ “Ben göklere ve yere sığmam, fakat mü’min kulumun kalbine sığarım.” (El-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II/165; İmam ı Gazâlî, İhyâ-u Ulûmiddîn, III/14.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü