"Rü'yet" nedir? Rü'yetullah'ın keyfiyeti nasıldır?
Değerli Kardeşimiz;
Rü’yet hakkında çok münakaşalar cereyan etmiş. Onların tafsilâtına girmekte fayda görmüyoruz. Ehl-i sünnet âlimleri, rü’yetin hak ve caiz olduğunda, keyfiyetinin ise bilinemeyeceğinde ittifak etmişler. Âlimlerimiz, her mevcudun görülmesinin câiz olduğunu, görülmesi câiz olmayanın ancak “madum” (var olmayan) olduğunu kaydederler. O halde, rü’yetin tahakkuku, yani Cenâb-ı Hakk’ın kendisini kullarına göstermesi de câizdir.
Dalâlet fırkalarından olan mutezile mezhebinde ise rü’yet kabul edilmez. Gayba iman eden bir mü’min, bu gaybî hadiseye de rahatlıkla inanır. Nefsine güvenen ve aklı esas alan insanlar bu imana kolayca eremezler. Her şeyi akılla halletmeye çalışan insanoğlu bu büyük tecellinin nasıl olacağına da az kafa yormuş değil. Nitekim dostlarımız ve okuyucularımız tarafından sorulan soruların çokluğu bizi bu sahada biraz daha fazla düşünmeye âdeta zorluyor. Öte âlemde ihsan edilecek ve ancak orada zevk edilebilecek bir hakikatin aklî izahını bu dünyada istiyor. Bu dünyada görmek için göze muhtacız, ışığa muhtacız. Ve biz içinde yaşadığımız şu âlemi gözümüzün imkân verdiği çok dar bir ölçüde görebiliyor, seyredebiliyoruz. Uykuya geçtiğimizde gözle de alâkamız kesiliyor, ışıkla da. Bu defa bize bir başka âlem açılıyor.
Her şeyi akılla halletmeye çalışan insanoğlu bu büyük tecellinin nasıl olacağına da az kafa yormuş değildir. Gerçekte bu saha aklın değil, kalbin, düşüncenin değil, zevkin sahası. Ama akıl uzaktan uzağa da olsa bir şeyler anlamak, bazı ipuçları yakalamak ve tatmin olmak istiyor. Allah Resulü’nün (a.s.m.) İfadesiyle, “gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insan kalbine gelmemiş" bir âlem olan cenneti, bu dünyada kelimeye dökmek mümkün değil. O halde, cennetin ve ondaki ihsanların sonsuz derecede ötesinde bir ilâhî rahmet olan rü’yeti, bu dünyada nasıl anlayabilir ve nasıl kavrayabiliriz! Cenneti tahattur edemeyen bir insanın rü’yeti idrak etmesi düşünülemez.
Rüyet, Cennette müminlerin Cenâbı Hakk’ın cemalini seyretme lütfüne ermeleridir. Müminlere en büyük müjde; bütün nimetlerin fevkinde olan Cemâl-i İlâhiyi seyretme bahtiyarlığına kavuşacaklarıdır.
Bir ömür boyu, Allah’ın yarattığı şu kâinattan yine O’nun ihsan ettiği vücut ile istifade eden ve her biri ayrı bir İlâhî ihsan olan akıl, kalp ve hissiyatıyla nice hakikatlere muhatap olan insanoğlu, kendisini bu kadar lütuflara gark eden Rabbini görmeyi elbette aşk derecesinde arzu ediyor. İnsan kalbine yerleştirilen bu arzunun cevabı ki bütün nimetlerini ve lezzetlerini çok gerilerde bırakan en ileri ihsana böylece ermiş olacaktır.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri “Göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder.”(1) buyurmakla, ruhun başka âlemleri bu göze muhtaç olmadan da seyredebileceğine işaret eder. Bunun en güzel misali rüya hâdisesidir. Evet, bu dünyada görmek için göze muhtacız, fakat uyku ile başka bir âleme geçince göze ihtiyacımız olmadan rüyada başka âlemleri seyredebiliyoruz. Demek oluyor ki, rüyada gözümüzün devreden çıkmasıyla bizim için bambaşka âlemlere kapılar açıldığı gibi, uyanık halimizde de ruhumuz bedenimize galip gelse, imkânsız sandığımız nice işler görebileceğiz.
Üstad bir başka eserinde, “Ruhu cismaniyetine galib olan evliyanın işleri, fiilleri, sür’at-ı ruh mizânıyla cereyan eder.”(2) buyurur.
Demek oluyor ki, rüyada gözümüzün devreden çıkmasıyla bizim için bambaşka âlemlere kapılar açıldığı gibi, uyanık hâlimizde de ruhumuz bedenimize galip gelse, imkânsız sandığımız nice işler görebileceğiz. Bast-ı zaman ve tayy-ı mekân hadisesinin sırrı bu cümlede saklı. Bu sırrı yakalayabilenler ve bu şifreyi çözenler kısa zamanda yılların işini görebilmişler ve bir anda çok uzak bir mekâna hatta mekânlara hemen intikal edebilmişler.
Ehl-i cennetin ruhları bedenlerine galiptir; bir anda birçok mekânda birlikte bulanacaklardır. Ve yine cennet ehlinin görmeleri de bu dünyadakinden çok ileri bir seviyededir. Aralarında gölge ile asıl kadar fark var. Dünyada sadece maddi eşyayı görebilen insan gözü kabirden itibaren artık melekleri görmeye başlayacaktır.
Buna bir de, rüyetteki ilâhî yakınlığın nuru eklendiğinde, o kâmil ruh, o anda büyük bir feyze gark olacak ve Rabbini cihetten, mesafeden ve şekilden münezzeh bir keyfiyetle seyrederek kendinden geçecek ve kalbi nice manevî zevklerin cevelan ettiği bir ummana dönecek ve o bahtiyar kul, cennetten edindiği zevkle kıyaslanmayacak kadar ileri bir hazzı, Rabbinin rüyetiyle tadacak, mest olacaktır.
Nur Küllîyatı’nda şöyle bir dua cümlesi geçer:
“Bize gösterdiğin nümûnelerin ve gölgelerin asıllarını menba’larını göster.”(3)
Bu duayı rü’yet için yorumladığımızda kalbimize şöyle bir mânâ doğar: “Bizim bu dünyadaki görmemiz gölge gibi; asıl görme âhirette, cennette ihsan edilecek.”
Rü’yet hâdisesini düşünürken, bizim bu dünyada ancak maddî ve kesif eşyayı görebildiğimizi, ruhu, aklı, hafızayı hatta tatları ve kokuları dahi göremediğimizi gözden pek uzak tutmamamız gerekir. Tâ ki, bir ismi Nur olduğu gibi, bütün isimleri ve sıfatları da nuranî olan Cenâb-ı Hakk’ın rü’yetini bu dünyadaki görme hadisesiyle karıştırmayalım.
Bilindiği gibi, cihet ve yön ancak beden için söz konusu. Ruh için ön, arka, sağ sol gibi kelimeler kullanılmaz. O halde, ruh bedene galip olunca yön ve cihet devreden çıkar ve ruh, her tarafı birlikte ve beraber görebilir. Nitekim Allah Resulü (a.s.m), arkadan gelenleri de aynen öndekiler gibi rahatlıkla görürdü. Resul-i Ekrem Efendimiz (sav) şöyle buyuruyor: “Saflarınızı tamamlayın. Zira ben sizi arka taraftan da görüyorum.” (Buharî, c.1,s,177, Kitab’ul- Ezan, Bab:75) “Çünkü onun önünden ve ardından gözetleyiciler salar.” (Cin Suresi, 72, 27)
Bu hadis ve ayet göz olmadan da görmenin mümkün olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Burada Hz. Mevlana’nın şu güzel sözünü hatırlayalım: “Taraf ve cihet halk âlemindendir, emir âlemini cihetsiz bil.”
Üstad Bediüzzaman hazretleri, vahdetül-vücut meşrebi için; "Tevhitte istiğraktır" buyurur. Bu fâni âlemdeki görme, işitme, yeme, içme kısacası her şey, ebediyet yurdundakilere göre ancak gölge derecesinde kaldığı gibi, bu dünyadaki istiğrak hâlinin aslı da tariflere sığmaz bir ulviyet ile rüyet hadisesinde kendini gösterecektir.
Rüyeti müjdeleyen bir âyet-i kerime: "Nice yüzler o gün ışıldar, parlar; rabbine nâzır (onun cemâline bakmaktadır)." (Kıyamet Suresi, 22)
Büyük müfessir Elmalılı Hamdi Yazır, bu âyetin tefsirinde şöyle buyurur: "Ehl-i sünnet, bu bakışı, rüyet mânâsıyla anlayarak ahirette müminlerin Cemâlullahı rüyetini ispat etmişlerdir. ‘lenterani’ye (sen beni göremezsin ) ayetine sarılan Mutezile bu bakışı intizar (bekleme) mânâsına haml eylemişlerdir. Halbuki gayeye ermeyen intizarın neticesi neşe değil, inkısar-ı hayal ve elem(dir)"
Füsusu’l-Hikem’i ve Mesnevî’yi şerheden büyük âlim ve mütefekkir Ahmed Avni bey, Musa alehisselâmın rüyet talep etmesini rüyete delil olduğunu beyan eder ve şöyle buyurur; "Rüyet muhâl olsaydı, Musa (a.s.) böyle bir talepte bulunmazdı."
Ahmed Avni Bey bu ifadesiyle, rü’yet halinde kişinin kendinden geçeceğini, kendisinde varlık namına bir şey kalmayacağını, İlâhî tecelliye ve yakınlığa gark olacağını ifade etmekle cennetteki rü’yet için de çok mühim bir işaret vermiş oluyor.
Bu konudaki bir başka tespiti de harikadır:
“Hak Tealâ Hazretleri... Lenterâni buyurdu. Ben görülmem demeyip, sen beni göremezsin dedi. Ve adem-i rüyeti Cenâb-ı Musa’ya tahsis etti. Zira bu hitap esnasında Cenâb-ı Musa tekellüm halinde idi. ...lenterani buyurması, sende bâkiye-i vücut oldukça beni göremezsin mânâsına müfid olur (mânâsını ifade eder)."
Lenterani, “sen beni göremezsin” mânâsına geliyor. Cenâb-ı Hakk’tan, rüyet talebinde bulunan Musa aleyhisselâma bu ilâhî kelamla mukabele edilmiş.
İmam-ı Rabbanî Hazretleri de Mektûbat’ında bu mânâyı şöyle dile getirir:
“Hakkalyakîne gelince, bu dahi Sübhan Hakkı, taayyünün (görüşün) kalkmasından sonra müşahededen ibarettir. Hem de müteayyinin (görenin) dahi izmihlâlinden (yok olmasından) sonra. Ve bu, Hakkı Hak ile müşahededir, kendisi ile değil.”
Ahmed Avni beyin ve İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin beyanlarından anlaşılacağı gibi, rü’yete mazhariyet cennet ehlinin tamamen esmâ ve sıfat tecellilerine gark olduğu bir halde gerçekleşecektir. Bu da cennet hayatı sürdükleri aynı mekânda ve anda değil, muhtemelen çok hususi ve apayrı şartlarda tahakkuk edecektir. Rü’yetten sonra çadırlarına döndüklerinde zevcelerinin kendilerini tanıyamayacakları mealindeki hadîs-i şerif (Müslim, Cennet 13) bu hususî şartlara bir işaret olsa gerektir. Gaybı ancak Allah bilir.
Bu konuda Üstat Hazretlerinin şu tesbitinin de mühim hatırlanması gerekiyor:
“Mi’rac yoluyla beka âlemine girdi.”(4)
Yani, Peygamber Efendimiz (asm.)'in rü’yete mazhar olması bu dünyada değil, beka âleminde, kab-ı kavseyn makamında gerçekleşmiştir. Bu makam için Üstad Bediüzzaman Hazretleri, “imkân ile vücub arası” ifadesini kullanır. Demek ki, rü’yet hâdisesi de Cennette buna benzer bir makamda gerçekleşecektir. “Rüyete mazhar olanları zevcelerinin tanıyamayacaklarını’ beyan eden hâdis-i şerif de bize böyle bir makamdan haber verir.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Allah Resulüne (a.s.m.) Cenâb-ı Hakk’ın “tecelli-i zatıyla ve esma-ı hüsnanın azami mertebesinde tezahür ve tecelli” ettiğini ifade ediyor. Bu ifadede geçen “tezahür” kelimesi çok mühimdir. Demek ki, rü’yet, bir yönde bulunan bir varlığa bakma şeklinde değil, Cenâb-ı Hakkın kendini göstermesi tarzında tahakkuk edecek.
Yine Üstad, mi’racı, “bütün kâinatın rabbi ismiyle, bütün mevcudatın halık’ı ünvanıyle Cenâb-ı Hakk’ın sohbetine ve münâcatına müşerrefiyet” şeklinde tarif ediyor. Bir önceki cümlede hem tecelli-i zattan hem de esma-i hüsnanın azami tecellisinden söz edilmekle birlikte, bu cümlede, rü’yetin “bütün kâinatın rabbi ismiyle” gerçekleştiğinin beyan edilmesi ayrı bir önem taşır.
Rü’yetle ilgi bir âyet-i kerime’de mealen şöyle buyurulur: “İyi davrananlar için daha güzel karşılık, bir de ziyade vardır.” (Yunus, 10/26).
Âyette geçen “ziyade” kelimesini, Allah Resûlü (asm.), “Rahmanın cemâline nazar” şeklinde tefsir etmiş ve şöyle buyurmuşlardır: “Rabbinizi, bedir gecesi kameri, birbirinizle sıkışmayarak gördüğünüz gibi göreceksiniz.”(5) Burada dikkati çeken nokta; "Allah’ı göreceksiniz" yerine, "Rabbinizi göreceksiniz" buyurulmasıdır.
“Ziyade”nin cennet nimetlerinden ayrı bir şey olduğunu Fahrettin Razi Hazretleri şöyle ifade etmiştir: “Üzerine ilave olunan şey, belirli bir miktar ile tayin edildiği zaman ‘ziyade’nin o şeyin cinsinden olması gerekir. Fakat belirli bir miktar ile tayin olunmamışsa, ‘ziyade’nin ondan başka bir şey olması gerekir. Mesela, bir kimse, ‘Sana on kilo buğday ve bir de ziyade verdim’ derse, bu ziyadenin buğday cinsinden olduğu anlaşılır. Fakat miktar tayin etmeksizin ‘Sana buğday ve bir de ziyade verdim’ derse, buradaki ‘ziyade’ buğdaydan farklı bir şey olması gerekir ve öyledir.” (er-Razi, Tefsir-i Kebir, IV, 333).)
Evet, ayette “Cennet ve bir de ziyade” ifadesi vardır. Öyle ise, söz konusu olan nimetin, cennetten farklı bir şey olması gerekir ki, o da rüyettir.
Gayba iman eden bir mü’min, bu gaybî hadiseye de rahatlıkla inanır. Ama nefsine güvenen ve aklı esas alan insanlar bu imana kolayca eremezler.
Musa Aleyhisselâm da rü’yet talebini, “Rabbim, bana kendini göster, sana bakayım” şeklinde dile getirmişti.
Kâfirlerin kıyamet günü Cenâb-ı Hakk’ı göremeyeceklerini haber veren âyet-i kerimede de,“Hayır, onlar o gün muhakkak ki, Rablerini görmekten mahrum kalırlar.” (Mutaffifin, 83//15) buyrulması da çok mühimdir.
Ahmed Avni Bey, Cenab’ı Hakk’ın tecellisini iki kısımda inceler:
“Tecelli-i hak ya sıfatî veya zâtî olur. Tecelli-i sıfatîdemütecellâ-lehin (tecelliye mazhar olan kimsenin) vücudu vardır .... Binaenaleyh kelâm ve idrak bu mertebede mevcut olduğundan mütecellâ-leh olan kimseye hitab-ı ilâhî varit olur. İşte Hazreti Musa (a.s.)’a nar sûretinde vâki olan tecelli bu kısımdandır.”
Aynı eserde, “Hak Teâlâ Hazretleri bir şeye zâtıyla tecelli buyurdukta, o şeyin sûretini mahv ve ifna buyurur.” denilmektedir. Rü’yet üzerinde düşünürken, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin şu vecizesi hatıra gelir: “Hakikat-ı mutlaka, mukayyet enzar ile ihata edilmez.” Yani, mutlak olan, kendisine bir sınır biçilemeyen bir hakikati aklın idrak etmesi mümkün değildir; zira akıl mahduttur, sınırlıdır.
Bu cümlede esas maksat, Allah’ın zâtını ve sonsuz sıfatlarını şu sınırlı insan aklı ile anlamanın imkânsızlığını ders vermektir. Bununla birlikte biz bu cümledeki “nazar” kelimesini “görme” olarak değerlendirebilir ve insanın sınırlı görmesiyle, Allah’ın zâtını ihata etmesinin de mümkün olmayacağını söyleyebiliriz.
Cennette insanın görmesi ne kadar inkişaf etse ve ne derece ulvileşse de yine kayıtlıdır, sınırlıdır. Rü’yet bu sınırlı nazarla gerçekleşecek ve insanın kabiliyeti ölçüsünde bir mazhariyet tarzında tahakkuk edecektir. Yoksa, rü’yeti, Allah’ın zâtını ve sonsuz sıfatlarını ihata şeklinde anlamaya aklen imkân yoktur. Nitekim En’am suresinde şöyle buyrulur: “Gözler onu idrak edemez. O, bütün gözleri idrak eder.” (En’am, 6/103)
Bu âyet-i kerime, rü’yetin olmayacağını değil, bilâkis olacağını, fakat gözlerin o’nu idrak edemeyeceğini ders verir. Görülecek ama idrak edilemeyecek, ihata edilemeyecektir.
Ayette geçen idrak kelimesi, bir şeyi her cihetiyle anlamak demek değil, mahdut olan bir şeyi ihata etmek demektir.
İbn-i Kesir şöyle der: “Bu gözler idrak edemez” demek; kıyamet gününde Allah’ı göremez demek, değildir. Çünkü Allah mümin kullarına dilediği gibi görünecektir. Fakat gözler, Yüce Allah’ın azamet ve celalini mahiyetiyle idrak edemezler.”
Allah Resulünün (a.s.m.) Nur membaından doya doya içen Üstad Bediüzzaman Hazretleri de “ve ileyhi’l-masîr”, (dönüp gidilecek, rücu’ edilecek ancak O’dur) kelimesinin izahında aynı inceliği muhafaza etmiş; “doğrudan doğruya herkes kendi hâlık’ı ve ma’budu ve rabbi ve seyyidi ve mâliki kim olduğunu bilecek ve bulacaklar” buyurmuştur. “İman” mânâsıyla, rabbimizi bu dünyada da bildiğimiz halde, bu nimetin âhirette gerçekleşeceğinin müjdelenmesi ancak “rüyet” ile izah edilebilir.
Cennette aynı nimeti yiyen farklı kişilerin farklı zevkler alacakları beyan ediliyor. Herkes aynı cennetten, aynı nimetlerden imanı, ihlâsı, ameli, takvası nispetinde istifade edecek, haz duyacak, zevk alacak. Cennet nimetleri için verilen bu hüküm rü’yet için de geçerli. “rabbiniz” ifadesi bize bu dersi de vermekte ve bu dünyada o’nun kur’an’ını dinlemekle ve Resul-i Ekremin’e (a.s.m.) itaat etmekle ruhumuz, kalbimiz, his dünyamız ve lâtifelerimiz ne derece terbiye görürse, bizde rab ismi o kadar tecelli etmiş olacak ve hem cennet nimetlerinden, hem de rü’yet şerefinden de istifademiz bu ölçüde gerçekleşecek.
O halde geliniz, rü’yetin nasıl ve nice olduğuna kafa yoracağımıza ruhumuzun, kalbimizin terbiyesine ağırlık verelim. Bizi cennete lâyık ve rü’yete hazır bir kâmil ruh hâline getirmesi için rabbimize iltica edelim ve bu hususta üzerimize düşen görevi hakkıyla yerine getirmeye çalışalım.
Miraç mucizesiyle, rü’yete mazhar olan Resul-i Ekrem (a.s.m.) Efendimizin, o en ulvî şerefe ulaştıktan ve en ileri hazzı tattıktan sonra; “Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben seni hakkıyla tanıyamadım” buyurduğunu hatırlayalım. Bu peygamber ; “Ben seni hakkıyla göremedim” mânâsını da taşıyacağını dikkate alarak, bu büyük şerefe mazhariyette mesafeler kat etmenin yollarını arayalım. Ömrümüz ilâhî marifette ve muhabbette her an biraz daha terakki etmekle geçsin.
Ölüm yolculuğu ile kabir, berzah, mahşer, mizan ve sırat gibi birçok safhalarından geçtikten ve cennete layık bir kıymet aldıktan sonra inşallah cennete giren her mümin rüyete mazhar olacaktır. Cennet ehli olanların bütün latifeleri, duyguları, hissiyatları öyle inkişaf edecek ve öyle bir kıvama gelecekler ki, “Her â’zâ ve hasselerin kıymeti, birden bine çıkacaktır.” Böylece hadis-i şerifte ifade edildiği gibi, bir dolunay gecesi, ayı çok rahat bir şekilde gördükleri gibi, Cenab-ı Hakk’ı da o şekilde perdesiz göreceklerdir.
Evet, imtihan için bu dünya misafirhanesine gönderilen insanlardan, Cenab-ı Hakk’a iman edenler, onu hakiki sevenler, rızasına uygun yaşayıp, onun istediği gibi hareket edenler, emir ve yasaklarına riayet edip nefsini ıslah edenler, buradan şahadetnamelerini alarak ebedî bir hayatta nihayetsiz nimetlere ve saadetlere mazhar olacaklardır. Kalbini namaz ile tezyin edip günde en az beş defa Cenab-ı Hakk’ın manevî huzuruna çıkan müminler, cennette de biiznillah O’nun rüyetine nail olacaklardır.
Cennet ehlinin, Cenab-ı Hakk’ın rüyetine mazhar olacaklarına şüphe yoktur. Mühim olan, akıl ve kalp gibi bütün latifelerimizi iman hakikatleri ile nurlandırmak, ubudiyet ile cilalandırmak ve böylece cennete layık bir kıymet almaktır.
Bu konuyu Abdulkadir Geylanî Hazretleri’nin şu duası ile noktalayalım:
“Allah’ım, bizi dünyada varlığını (mevcudiyetini) kalp gözüyle görenlerden eyle! Âhirette ise baş gözü ile (cemâline) bakanlardan (temaşa edenlerden) eyle!”
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Altıncı Söz.
(2) bk. Mesnevî-i Nuriye, Şemme.
(3) bk. Sözler, Onuncu Söz, Beşinci Suret.
(4) bk. Mesnevi-i Nuriye
(5) bk. Buhari, Mevakitu's-Salat 6, 26, Tefsir, Kaf 1, Tevhid 24; Müslim, Mesacid 211.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar