REFET BARUTÇU (YÜZBAŞI)

1886 YI­LIN­DA İs­tan­bul Bey­koz’da dün­ya­ya teş­rif eden Re­fet Ağa­bey, 1906 se­ne­sin­de İstan­bul’da Har­bi­ye’yi bi­ti­rip İş­kod­ra’ya (Ar­na­vut­luk) teğ­men ola­rak ta­yin edi­lir. Re­fet Bey, dilek­çe ve­re­rek gö­nül­lü ola­rak meş­hur Ye­men sa­vaş­la­rı­na ka­tı­lır ve sa­vaş­ta İn­gi­liz­le­re esir düşer.

Esa­ret­ten dön­dük­ten son­ra İs­tan­bul Mer­kez Ko­mu­tan­lı­ğı em­ri­ne yüz­ba­şı rüt­be­siy­le ata­nan Re­fet Bey, Cum­hu­ri­yet ilân edil­dik­ten son­ra da, za­ma­nın hü­kû­me­ti ta­ra­fın­dan, yüz­başıy­ken 34 ya­şın­da emek­li edi­lir. Emek­li­li­ğin­den son­ra Çan­kı­rı İn­hi­sar Mü­dür­lü­ğü’ne ta­yin edi­len Re­fet Bey, An­ka­ra’nın baş­kent ya­pıl­ma­sın­dan son­ra mi­mar olan da­yı­sıy­la Türk Ocakla­rı bi­na­sı­nın inş­aatın­da ça­lı­şır.

Re­fet Bey, 1932 se­ne­sin­de ka­lem rei­si olan eniş­te­siy­le Is­par­ta’ya ge­lir. Is­par­ta eş­ra­fından Ha­cı Mü­la­zım İbrahim Efen­di’nin kı­zı Kad­ri­ye Ha­nım’la ev­le­nir. Re­fet Bey, ar­tık bir ci­het­te Is­parta­lı ol­muş­tur.

Ev­len­di­ği se­ne, ya­ni 1933 se­ne­sin­de Be­di­üz­za­man’ın Bar­la’da ol­du­ğu­nu du­yar. Re­fet Bey, Be­di­üz­za­man’ı İs­tan­bul Har­bi­ye’de ta­le­bey­ken “Es­ki Said” ola­rak Ba­ya­zıt Ca­mii’nde gör­müş ve hay­ran kal­mış­tır. Fa­kat ya­nı­na yak­la­şıp ko­nu­şa­ma­mış­tır. Onu bir tür­lü unu­ta­maz. İş­te şim­di onun Bar­la’da ol­du­ğu­nu du­yun­ca he­ye­can­la zi­ya­re­ti­ne git­me­ye ka­rar ve­rir.

Be­di­üz­za­man’ın sı­kı ta­kip al­tın­da ol­du­ğu­nu, gö­rüş­me­nin riskli ol­du­ğu­nu söy­ler­ler­se de o, Ka­yın­pe­de­ri Hacı Mü­la­zım İbrahim Efen­di ve üvey oğ­lu Bed­ret­tin ile be­ra­ber Üs­tad’ı zi­ya­ret eder. Bu ziya­ret­ler de­vam eder­ken Üs­tad Haz­ret­le­ri 1934 se­ne­sin­de Bar­la’dan Is­par­ta’ya Şük­rü Efendi’nin şe­hir dı­şın­da­ki bağ evi­ne ta­şı­nır. Ar­tık her gün “Hüs­rev, Re­fet, Rüş­tü” üç­lü­sü ola­rak “tes­vid ve teb­yiz” için bu köş­ke Üs­tad’la­rı­nın ya­nı­na gel­me­ye baş­lar­lar. O se­ne­ler­de Re­fet Ağa­bey “Yir­mi Al­tın­cı Lem’a/İh­ti­yar­lar Ri­sa­le­si” gi­bi ba­zı ri­sa­le­le­rin ilk mü­sev­vi­di ol­ma şe­refiy­le şe­ref­len­miş­tir. Bir hu­su­si­ye­ti de il­mî su­al­le­riy­le çok me­se­le­le­rin izah ve tash­ihi­ne ve­si­le ol­ma­sı­dır. “Dün­ya öküz­le ba­lık üs­tün­de­dir…” gi­bi su­al­le­rin sa­hi­bi­dir.

Bediüzzaman’ın, Yeni Said döneminde üç hapis hayatı vardır. Re­fet Ba­rut­çu Ağa­bey, 1935 Es­ki­şe­hir, 1943 De­niz­li, 1948 Af­yon mah­ke­mele­rin­de ve ha­pishane­le­rinde bu­lun­mak şe­re­fi­ne de nail olur; çok sev­gi­li Üs­tad’ının bu üç büyük mah­ke­me­sin­de de ka­de­rin cil­ve­si olarak bu­lu­nur, hapishaneler de onu yal­nız bı­rak­maz… Bediüzzaman’ın bu üç büyük mahkemesi ve üç hapishane hayatının üçünde de sadece iki ağabeyimiz bulunmuştur. Bunlar; Refet Barutçu, Hüsrev Altınbaşak. Hz. Üstad 1934 senesinde Barla’dan Isparta’ya nakl-i mekan edince bu üç ağabeyimiz Hz. Üstadın telif ve tebyizinde yanında bulunmuşlardır. O sırada Bediüzzaman, Isparta dışında Şükrü (İçhan ) Efendinin iki katlı evinde kalıyordu. 19. Lem’dan, 26. Lem’anın sonuna kadar olan kısımlar bu evde telif edilmiştir. Hatıralar okunurken bu bilgiler hatırlanmalıdır. Ayrıca, Lâhikalarda “Hüsrev, Re’fet, Rüşdü” şeklinde üçlü imza ile çok sayıda mektup bulunmasının sebebi de budur.

Üs­tad’ının ve­fa­tın­dan son­ra 60’lı yıl­lar­da İs­tan­bul Be­şik­taş Viş­ne­za­de Ca­mii’nde fah­rî imam­lık ya­pan Re­fet Bey, öm­rü­nün son se­ne­le­ri­ni An­ka­ra Ce­be­ci sem­tin­de­ki oğ­lu­nun evin­de ge­çir­miş­tir.

2 Şu­bat 1975 se­ne­sin­de, bu­ra­da ve­fat eden Re­fet Ağa­bey, An­ka­ra Kar­şı­ya­ka kab­ris­tanın­da med­fun­dur.

“Te­sir­li di­liy­le ve kuv­vet­li, le­ta­fet­li ka­le­miy­le Re­fet…”

Re­fet Ağa­be­yi ta­nı­ma şansına 1969 se­ne­sin­de An­ka­ra’da ta­le­be­lik yıl­la­rım­da nail oldum. Bay­ram Ağa­be­yin yer­leş­tir­di­ği muh­te­lif ders­ha­ne-i Nu­ri­ye­ler­de ka­lı­yor­duk. Be­ra­ber kal­dı­ğı­mız Ah­met Veh­bi Ün­lü, Eş­ref Öz­yal­vaçlı, Ha­cı Bi­ner, Ce­lal Say­man, Ab­dü­la­ziz Din­len gi­bi kıy­met­li kar­deş­lerimiz­le birlikte he­men her haf­ta so­nun­da Re­fet Ağa­be­yi ders­ha­ne­mi­ze ge­ti­ri­yor, is­tifa­de­ye ça­lı­şı­yor­duk. Refet Ağabey Ce­be­ci sem­tin­de­ki oğ­lu­nun evin­de kalıyordu. O sırada 90 yaşına girmek üzereydi. Kulaklarının ağır işitmesi, gözlerinin zayıflaması dışında ciddi bir rahatsızlığı yoktu. Konuşması, hafızası, şuuru pırıl pırıl apaçıktı.

Bu beraberliğimiz dört se­ne de­vam et­ti. Bendeniz de ilk de­fa ha­tı­ra kay­det­me­ merakımı Re­fet Ağabey­le keşfetmiş oldum ve onunla baş­la­dım. Di­ye­bi­li­rim ki, o ve­si­le ol­du bu ça­lış­ma­nın or­ta­ya çık­ma­sı­na...

Bi­ze Ri­sa­le-i Nur­la­rın neş­ri­ni, ha­pish­ane­le­ri, çe­ki­len zah­met ve çi­le­le­ri an­lat­tı. Ama bilhas­sa ve bil­has­sa Üs­tad’ı an­lat­tı.

Re­fet Ağa­bey ha­ki­ka­ten O’na âşık­tı, Üstad’a hay­ran­dı. “O’nu An­lat­tı” ifadesi noksan ka­lı­r, “Anlatırken ya­şa­dı” de­mek daha doğ­ru olur... He­ye­can­la an­la­tırk­en mi­mik­le­riy­le, ses to­nuy­la o gün­le­ri tek­rar ya­şı­yor­du. Re­fet Ağa­be­yin kal­bi ve bey­ni ta­ma­men Üs­tad’ına odak­lı idi...

Aziz Üs­tad’ımız, mü­ba­rek ta­le­be­le­ri­ne, yap­tık­la­rı hiz­met­le­re ve has sı­fat­la­rı­na gö­re isim­ler ver­miş­ti: “Sıd­dık Sü­ley­man, Mü­ba­rek Sü­ley­man, Nur İs­ke­le Me­mu­ru Sant­ral Sab­ri, Ma­ki­ne­si Kuv­vet­li Ali Kar­deş, Nur ve Gül Fab­ri­ka­sı­nın Sa­hi­bi Ha­fız Ali, Nur ve Gül Fab­ri­kası­nın Kâ­ti­bi Hüs­rev, Kah­ra­man Ta­hi­ri, Bü­yük Ruh­lu Kü­çük Ali…” ve hâ­ke­za… Re­fet Ağabe­yin de en ba­riz vas­fı­nı Üs­tad iki ke­li­mey­le hu­lâ­sa et­miş­: “Te­sir­li di­liy­le Re­fet.” Kas­ta­mo­nu Lâ­hi­ka­sı’nda Üs­tad şöy­le hi­tap edi­yor Re­fet Ağa­be­ye:

“Re­fet kar­deş! Se­nin gi­bi hem kıy­met­tar, te­sir­li di­liy­le ve kuv­vet­li, le­ta­fet­li ka­le­miy­le Ri­sa­le­tü’n-Nur’a çok ehem­mi­yet­li hiz­met eden­ler her va­kit ha­tı­rım­da ma­ne­vî mu­ha­tap­la­rım ve ha­ya­len ya­nım­da ha­zır ar­ka­daş­la­rım­dır­lar.” (Kas­ta­mo­nu Lâ­hi­ka­sı, 7)

Bay­ram Ağa­bey bir gün es­ki­ler­den Re­fet Ağa­be­yin, ye­ni­ler­den de Cey­lan Ağa­be­yin Üs­tad’la çok ra­hat ko­nu­şa­bil­dik­le­ri­ni söy­le­miş­ti. Re­fet Ağa­be­yin çok te­sir­li di­li var­dı. Oku­nacak ha­tı­ra­lar­da bu­nu can­lan­dır­mak müm­kün ol­ma­dı. Çün­kü o, her tavrıyla, bü­tün lâ­ti­fe­le­riy­le an­la­tı­yor­du...

Re­fet Ağa­be­yin hiç üşen­me­si yo­ktu. Çok yaş­lı ol­ma­sı­na, za­yıf­la­mış göz­le­ri­ne ve az duyan ku­lak­la­rı­na rağ­men Kur’an ve Ri­sa­le-i Nur ta­li­min­de biz­le­ri coş­tu­ru­yor­du, koş­tu­ru­yor­du. Hiç­bir gün “Bu­gün has­ta­yım, yor­gu­num gelemem” de­di­ği­ni ha­tır­la­mı­yo­rum.

Her davetimize ge­li­yor ve hiç dur­ma­dan bir şey­ler öğ­ret­me­ye ça­lı­şı­yor­du. Ri­sa­le­le­ri he­nüz bir se­ne ön­ce ta­nı­mış ol­ma­ma rağ­men Hz. Bediüzzaman’ı ve Nur eser­le­ri­ni keş­fet­mem­de çok bü­yük tesiri ol­du Refet Ağabeyimizin.

İşte Refet Barutçu Ağabeyden yazılı olarak kaydettiğim hatıralar:

“Üs­tad’ı ilk de­fa Es­ki Said dö­ne­min­de İs­tan­bul’da gör­düm”

“İs­tan­bul Har­bi­ye’de okur­ken, Ba­ya­zıt Ca­mii’nde meş­hur ha­fız­lar sık sık Kur’an ti­lâ­vet edi­yor­lar­dı. Ben de ara sı­ra on­la­rı din­le­me­ye gi­di­yor­dum. Me­ğer Üs­tad da esa­ret­ten dön­müş, ay­nı ca­mi­ye ha­fız­la­rı din­le­me­ye ge­li­yor­muş... İş­te böy­le bir gün­de, Be­di­üz­za­man’ı ha­fız­la­rı din­ler­ken gör­düm. Di­züs­tü çök­müş, ba­şı önü­ne eğik va­zi­yet­te, hu­şû için­de din­li­yor­du. Çok hey­bet­li bir ha­li var­dı. Fa­kat yak­la­şıp ko­nu­şa­ma­dım. Dik­kat et­tim, çiz­me­le­riy­le na­maz kı­lıyor­du! Çiz­me­le­ri mest gi­bi kul­la­nı­yor­du. Ca­mi­den çı­kar­ken aya­ğı­na lâs­tik­le­ri ge­çir­di. Ar­kasın­dan ba­ka­kal­dım... Se­ne­ler son­ra Üs­tad’a bu­nu Is­par­ta’da an­lat­tı­ğım­da, ba­na, ‘Ben se­ni daha o za­man­dan ta­le­be­li­ğe ka­bul et­miş­tim’ de­di.” Re­fet Ağa­be­yin bu ha­tı­ra­sı, Lem’alar mec­mu­a­sın­da Üs­tad Haz­ret­le­ri ta­ra­fın­dan şu şekil­de ifa­de edil­mek­te­dir:

“... İs­tan­bul’un Ba­ya­zıt Ca­mi-i Mü­ba­re­ki­ne, Ra­ma­zan-ı Şe­rif­te, ih­lâs­lı ha­fız­la­rı din­leme­ye git­tim. Kur’an-ı Mu­ci­zü’l-Be­yan, se­ma­vî yük­sek hi­ta­bıy­la be­şe­rin fe­na­sı­nı ve zî­ha­ya­tın ve­fa­tı­nı ha­ber ve­ren ga­yet kuv­vet­li bir su­ret­te ‘Kül­lü nef­sin zâ­i­ka­tü’l-mevt (Her ne­fis ölü­mü ta­dı­cı­dır. Âl-i İm­rân Sû­re­si, 185)’ fer­ma­nı­nı, ha­fız­la­rın li­sa­nıy­la ilan et­ti. Ku­la­ğı­ma gi­rip, tâ kal­bi­min içi­ne yer­le­şip, o pek ka­lın gaf­let ve uy­ku ve sar­hoş­luk ta­ba­ka­la­rı­nı par­ça par­ça et­ti. Ca­mi­den çık­tım.” (Lem’alar, 231)

“Şu te­va­zu­ya ba­kın; bu, te­va­zu­un aza­mî mer­te­be­si­dir”

“Bir ar­ka­da­şım­la Bar­la’ya Üs­tad’ı zi­ya­re­te git­miş­tik. Bi­raz otur­duk­tan son­ra bi­zim yayan gel­di­ği­mi­zi, yo­rul­du­ğu­mu­zu an­la­dı. ‘Ma­dem­ki siz be­nim için yo­rul­du­nuz, bu­ra­ya ka­dar gel­di­niz, ben de si­zi Ka­ra­ca­ah­met Sul­tan’a ka­dar yol­cu et­me mec­bu­ri­ye­tin­de­yim!’ di­ye ıs­rar et­me­ye baş­la­dı. Dü­şü­nün ki Ka­ra­ca Ah­met Sul­tan, Bar­la Eğ­ri­dir ara­sın­da iki sa­at­lik bir yol. Şu te­va­zu­ya ba­kın; bu, te­va­zu­un aza­mî mer­te­be­si­dir. Çok ıs­rar­la bu fik­rin­den vaz­ge­çi­re­bil­dik.

“Te­lif anın­da kıb­le­ye dö­ner, diz çö­ker; o an­da…”

“Üs­tad ri­sa­le­ler ya­zı­lır­ken ya­nın­da Kur’an’dan baş­ka ki­tap bu­lun­dur­maz­dı. Ama biz yanın­da de­vam­lı kâ­ğıt ka­lem bu­lun­du­rur­duk.

Te­li­fe baş­lar­ken o, ri­sa­le­nin ni­ha­yet hu­du­du­nu gös­te­rir, ön­ce be­lir­tir­di. Me­se­la ‘Yir­mi Al­tan­cı Lem’a, Yir­mi Al­tı Ri­ca’yı hâ­vi­dir’ gi­bi… Te­lif anın­da kıb­le­ye dö­ner, diz çö­ker, ben kar­şı­sın­da ya­zar­dım. O an­da ona si­nek bi­le yak­laş­maz, biz gö­zü­müz­le si­nek­le­rin ‘vız’ di­ye dön­dü­ğü­nü gö­rür­dük. Bir gün İh­ti­yar­lar Ri­sa­le­si/Yir­mi Altın­cı Lem’a’ya böy­le baş­la­dık. Al­tın­cı Ri­ca’ya ge­lin­ce ‘Bu­gün­lük ta­mam kar­da­şım’ de­di. Bir­kaç haf­ta ara ver­dik­ten son­ra kal­dı­ğı ye­ri bi­le sor­ma­dan ge­ri­si­ni ta­mam­la­dık... Biz bun­dan an­lıyor­duk ki, ri­sa­le­ler ih­ti­yar­la ya­zıl­mı­yor, kal­be ge­len sü­nu­hat ha­lin­de ay­nen yaz­dı­rı­lı­yor­du...

“Üs­tad’ın te­va­zuu kalp­le­ri fet­he­di­yor­du”

“Is­par­ta’da bir bah­çe için­de­ki köş­kte teb­yiz et­mek üze­re ver­di­ği bir ri­sa­le­nin tash­ihi sıra­sın­da, il­ti­fat ol­mak üze­re, iki kat­lı evin alt ka­tın­da ma­sa ba­şın­da Hüs­rev kar­deş­le ya­zı iş­leriy­le meş­gul­ken, oda­mı­zın ka­pı­sı­nın açıl­ma­sıy­la şu man­za­ray­la kar­şı­laş­tım:

“Üs­tad Haz­ret­le­ri, üst kat­ta ken­di eliy­le ha­zır­la­dı­ğı iki çay bar­da­ğı­nı tep­si üze­ri­ne koymuş ve bi­ze ik­ram et­mek üze­re gel­di­ği­ni gör­dük. Der­hal koş­tum, elin­de­ki tep­si­yi al­mak is­tedim. ‘Üs­tad’ım, biz si­ze ik­ram ede­cek­ken ak­si ola­rak siz bi­ze lut­fe­di­yor­su­nuz’ de­dim ve tep­si­yi al­mak is­te­dim. ‘Yok! Ma­dem­ki siz Nur­la­ra hiz­met edi­yor­su­nuz, ben de si­ze ik­ram et­me­ye mec­bu­rum’ de­di. Ben elin­den tep­si­yi al­dım ve oda­mız­dan ay­rıl­dı.

“Üs­tad’ım, kur­tu­lur mu?”

“Üs­tad, Hüs­rev ve ben, Pı­nar­ba­şı’na gez­me­ye çık­mış­tık. Bir ara uzak­tan bi­ri­si gö­rün­dü, bi­ze doğ­ru ge­li­yor­du. Ben önü­ne ge­çip Üs­tad’ı ra­hat­sız et­me­me­si­ni söy­le­dim. Fa­kat Üs­tad mü­sa­a­de et­ti. Genç, Üs­tad Haz­ret­le­ri­nin eli­ni öpe­rek, ‘Efen­dim, ben es­ra­ra müp­te­lâ­yım, dua edin de bu kö­tü iç­ki­den nef­ret ede­yim!’ de­di.

“O za­man Üs­tad, ‘Kar­de­şim, sen farz na­ma­zı­nı kıl­san ben sa­na dua ede­ce­ğim’ de­di ve de­li­kan­lı git­ti. Ben fır­sa­tı ka­çır­ma­dan sor­dum: ‘Üs­tad’ım, kur­tu­lur mu aca­ba?’ Bu­gün­kü gi­bi ha­tır­lı­yo­rum, kaş­la­rı­nı ça­ta­rak ‘Be­li, be­li!’ di­ye ce­vap ver­di.[1]

“Ri­sa­le-i Nur­lar ih­ti­yar­la de­ğil, il­ham­la ya­zı­lı­yor­du”

“Üs­tad’ın ya­nı­na her sa­bah sa­at 7.30’da gi­di­yor­dum. Na­sıl ol­duy­sa bir gün bir sa­at gecik­tim! Bak­tım Üs­tad’ın ya­nın­da Ka­dı Zey­nel adın­da âlim bir zat var. Üs­tad’a ka­der me­se­le­sini sor­muş.

“Üs­tad be­ni gö­rün­ce, ‘Kar­da­şım! Ka­der ve cüz’î ih­ti­ya­ra dair iza­hat­ta bu­lun­dum. Ev­vel gel­sey­din Yir­mi Al­tın­cı Söz/Ka­der Ri­sa­le­si’ne gü­zel bir zeyl olur­du’ de­di. Son­ra Ka­dı Zey­nel’e sor­du: ‘Kar­de­şim, şüp­hen kal­dı mı?’ O da, ‘El­ham­dü­lil­lah kal­ma­dı’ di­ye­rek ce­vap ver­di. An­ladım ki, ri­sa­le­ler il­ham-ı İlâ­hî­dir, vak­tin­de kay­de­dil­me­li...” Re­fet Ağa­be­yin ya­şa­dı­ğı bu ha­di­se, Kas­ta­mo­nu Lâ­hi­ka­sı’nda te­yit edi­li­yor: “Ma­at­te­es­süf ben bu­ra­da bü­tün bü­tün yal­nız kal­dı­ğım için, çok ehem­mi­yet­li ha­ki­kat­ler ya­zıl­ma­dan, kay­dedil­me­den gel­di­ler ve git­ti­ler…” (Kas­ta­mo­nu Lâ­hi­ka­sı, 9)

“Üs­tad çok ca­zip bir in­san­dı”

“Onun hu­zu­ru­na gi­ren­ler ya­nın­dan çık­mak is­temez­ler­di. Ya­nın­da ha­li de­ği­şir­di in­sanın... Bir gün Is­par­ta’nın zen­gin­le­rin­den Ha­cı Pat­lat adın­da bir zat, Üs­tad’ı zi­ya­re­te gel­miş­ti. Ben ada­ma gi­rer­ken, Üs­tad’ın söz­le­ri bi­tin­ce he­men kalk­ma­sı­nı tem­bih et­tim. O da, ‘Ta­mam, eli­ni öp­sem ye­ter’ de­di ve içe­ri al­dım. Üs­tad ara­da du­ru­yor, fa­kat adam bir tür­lü kalk­mak bil­mi­yor­du. Ara sı­ra su­sup bek­li­yor, adam yi­ne kalk­mı­yor. So­nun­da Üs­tad, ‘Sen sa­fa gel­din kar­da­şım’ de­di, adam kal­ktı. Gi­der­ken adam, ‘Hiç ev­li­ya­nın soh­be­ti­ne do­yum olur mu, bi­rader siz cen­net ya­şı­yor­su­nuz, o fe­yiz­den ay­rı­la­ma­dım!’ de­di. O da ca­zi­bin cez­be­sine ka­pıl­mıştı.[2]

“Ho­ca­lar­la mü­na­ka­şa et­me­yi­niz”

“Üs­tad’ımız her za­man ‘Ho­ca­lar­la mü­na­ka­şa et­me­yin’ di­ye tem­bih eder­di.[3] Fa­kat her na­sıl­sa ben bir gün bir ho­cay­la şöy­le bir mü­na­ka­şa et­miş­tim: O, ‘Ce­nab-ı Hak hiç­bir ka­fi­ri ebe­dî ce­hen­nem­de tut­maz, onun şef­ka­ti bu­na mü­sa­a­de et­mez’ di­ye id­dia edi­yor­du. Ben de ‘sa­rih âyet ol­du­ğu­nu, ka­fir­le­rin ebe­dî ce­hen­nem­de ka­lacak­la­rı­nı’ id­dia edi­yor­dum. Ne­ti­ce­de Üs­tad’a sor­ma­ya ka­rar ver­dik ve gi­dip me­se­le­yi an­lat­tık. O za­man Üs­tad, ‘Bu kar­de­şi­miz de on­la­rın ebe­dî ce­hen­nem­de ka­la­cak­la­rı­nı bi­li­yor ya, fa­kat şef­ka­tin­den öy­le diyor’ de­di ve me­se­le­yi ka­pat­tı. Ben hay­ret et­tim; zi­ra ho­ca­nın da­ma­rı­na hiç do­kun­ma­dan va­ziye­ti ida­re et­ti Üs­tad...

“Üs­tad, mah­lû­ka­ta kar­şı çok şef­kat­liy­di”

“Bir kış gü­nü Hüs­rev’le bir oda­da ri­sa­le ya­zı­yor­duk. Bir ara si­nek­ler bi­zi çok ra­hat­sız et­me­ye baş­la­dı­lar. Pen­ce­re­yi açıp on­la­rı dı­şa­rı­ya ko­va­la­dık. Bi­raz son­ra Üs­tad’ımız gel­di ve dı­şa­rı­da pen­ce­re ca­mı­nın ke­na­rın­da üşü­ye­rek bek­le­yen si­nek­le­re ba­ka­rak, ‘Bu za­val­lı­la­rı ni­ye dı­şa­rı çı­kar­dı­nız?’ de­di ve ca­mı aça­rak on­la­rı içe­ri al­dı. Biz de bir fin­ca­na bi­raz pek­mez ko­yup onun­la on­la­rı oya­la­dık.[4]

“Üs­tad Haz­ret­le­ri elin­de ki­tap okur­ken sa­y­fa­ya ba­zen si­nek ko­nar. Üs­tad da oku­ma­yı bı­ra­kır onu mü­ta­lâa eder­di. Si­nek­le­rin el ve ayak­la­rı­nı bir­bi­ri­ne sürt­me­si­ne dik­kat­le ba­kar, ‘Bi­ze ab­dest ve ne­za­fe­ti ih­tar edi­yor­lar’ der­di.”[5] Re­fet Ağa­bey de ba­zen biz­le­ri ça­ğı­rır, si­nek­le­rin bu ha­li­ni hay­ret ve te­fek­kür­le gös­te­rir, Üs­tad’dan al­dığı te­fek­kür der­si­ni ta­li­mi­ni biz­le­re aşı­lar, an­la­tır­dı.

“İmam-ı Rab­bâ­ni, Gavs-ı Azam, ders ar­ka­daş­la­rım­dır”

“Yi­ne bir gün Üs­tad’a şöy­le bir su­al sor­dum: ‘Üs­tad’ım, bir yer­de di­yor­sun ki: Kur’an-ı Ha­kîm tek üs­ta­dım­dır. Baş­ka yer­ler­de de İmam-ı Rab­ba­nî’yi, Gavs-ı Azam’a üs­ta­dım di­yor­su­nuz. Bu na­sıl olu­yor? Ce­vap ola­rak, ‘On­lar Es­ki Said’i Ye­ni Said’e in­kı­lâp et­tir­miş­ler­dir. Şim­di Kur’an-ı Hakîm önün­de ders ar­ka­daş­la­rım­dır’[6] de­miş­ler­di.”

“Ri­sa­le-i Nur’u an­la­dı­ğı­nız ka­dar ye­ter”

Bir gün Re­fet Ağa­be­ye ri­sa­le okur­ken ak­lı­ma gel­di, sor­dum: “Ağa­bey, ba­zı ye­ni kar­deşler Ri­sa­le-i Nur’u an­la­ya­ma­dık­la­rı­nı söy­lü­yor­lar; ne der­si­niz?” Re­fet Ağa­bey şöy­le ce­vap ver­di:“Ay­nı so­ru­yu ben de Üs­tad’a sor­muş­tum. Üs­tad, ‘Kar­de­şim! Ri­sa­le-i Nur yal­nız ak­la hitap et­mez; kalp, ruh ve di­ğer has­sa­la­ra da hi­tap eder; an­la­dı­ğı­nız ka­dar ye­ter’[7] de­miş­ti.”

“He­di­ye ge­ti­ren­le­re, ‘Re­fet’e so­run’ der­di”

“Is­par­ta’da iken Rüş­tü kar­deş, Üs­tad’a, o böl­ge­de ‘cu­ruh’ de­ni­len üç ta­ne piş­miş kü­çük ba­lık ge­tir­di. Üs­tad kı­ra­ma­dı, bir par­ça al­dı. Al­dı, ama anın­da bir san­cı... ‘He­men Rüş­tü’yü ça­ğı­rın!’ de­di. Ney­se Rüş­tü kar­deş gel­di, Üs­tad da ‘Git Hüs­rev’de­ki pa­ram­dan ba­lı­ğın pa­ra­sı­nı al’ di­ye em­ret­ti. Rüş­tü Efen­di ba­lı­ğın fi­ya­tı­nı alır al­maz anın­da ağ­rı­nın dur­du­ğu­nu göz­le­rimiz­le gör­dük! Ben bu ha­di­se­yi gör­dü­ğüm için, bir he­di­ye gel­di­ği za­man Üs­tad ‘Re­fet’e so­run’ der­di.[8] Kat’iyen he­di­ye al­maz, alır­sa pa­ra­sı­nı iki mis­li ve­rir­di.[9]

“O ka­dar çok ke­ra­me­ti­ne şa­hit ol­duk ki…”

“Bir gün ev­de re­fi­kam­la mü­na­ka­şa et­miş, son­ra da Üs­tad’ın ya­nı­na git­miş­tim. Ta­biî ben bu hu­sus­ta Üs­tad’a hiç­bir şey bah­set­me­dim. Ney­se bi­raz son­ra oğ­lum Bed­ret­tin gel­di, Üs­tad’ın eli­ni öp­tü. Üs­tad ona, ‘Kar­de­şim! Git hemş­ire­me se­lâm söy­le, üzül­me­sin, ba­ban haksız­dır’ de­di ve onu gön­der­di. Ben hay­re­tim­den âde­ta do­nup kal­mış­tım... Ner­den bil­di, na­sıl bil­di? Şa­şır­dım kaldım... An­la­dım ki bu bir ke­ra­met­tir. Za­ten Üs­tad’ın o ka­dar çok ke­ra­me­ti­ne şa­hit ol­dum ki an­lat­mak­la bit­mez... Fa­kat o bu­nun gi­bi şey­le­re hiç, ama hiç önem ver­mez, normal ha­ya­tı­nı sür­dü­rür­dü.

“Tek­bir alır­ken âde­ta yer gök in­ler­di”

“Üs­tad Haz­ret­le­ri­nin ar­ka­sın­da na­maz kıl­ma­nın haz­zı bam­baş­ka idi. Tek­bir al­ma­dan ev­vel, ‘İlâ­hi ya Rab­bi, İlâ­hi ya Rab­bi, İlâ­hi ya Rab­bi!’, son­ra bir­den ‘Al­la­hü ek­ber!’ di­ye tek­bir alır, el­le­ri­ni sım­sı­kı bağ­lar, bir­den sa­bit­le­şir­di. Tek­bir alır­ken âde­ta yer gök in­ler­di. Aman ya Rab­bi! O ne hu­şû, o ne mu­nis se­da ta­rif edil­mez… (Re­fet Ağa­bey, Üs­tad’ı tak­lit ede­rek gös­teri­yor­du.)

“Ah! On­suz bu dün­ya tat­sız, on­suz bu dün­ya çe­kil­mi­yor...”

Ki­ta­bı iti­nay­la açar­dı

Re­fet Ağa­bey, Üs­tad’ın ki­tap açı­şı­nı tak­lit ede­rek bi­ze gös­te­rir ve ki­ta­bın yap­ra­ğı­nı hırpa­la­ya­rak aç­tı­ğı­mız­da ih­tar eder­di. Re­fet Ağa­bey, yap­ra­ğı açar­ken sağ eli­nin baş­par­ma­ğı­nı aça­ca­ğı yap­ra­ğın üst kıs­mı­na bas­tı­rı­yor, işa­ret par­ma­ğıy­la sa­y­fa­yı az kal­dı­rı­yor ve di­ğer parmak­la­rıy­la açı­yor­du.

“Ha­kîm is­mi ga­lip­ti”

“Üs­tad, ‘Kur’an-ı Ke­rim’ ye­ri­ne daha çok ‘Kur’an-ı Ha­kîm’ der­di.”[10] Re­fet Ağa­bey, ri­sa­le oku­nur­ken çok dik­kat­le din­ler, ül­fe­ti kır­mak için, ri­sa­le­ler­de­ki keli­me­ler ve cüm­le­le­rin ma­na ve ahen­gi­ne bi­zim dik­ka­ti­mi­zi çe­ker­di.

“Üs­tad uhuv­vet ve te­sa­nü­te çok ehem­mi­yet ve­ri­yor­du”

“Es­ki­şe­hir Ha­pish­ane­si’nde sı­kın­tı­lar ya­şan­mış­tı. Bir ke­re­sin­de bi­zim ko­ğuş­ta Sa­at­çi Lüt­fi ile Ha­lil İb­ra­him mü­na­ka­şa et­ti­ler. Üs­tad bu ha­di­se­yi ken­di ko­ğu­şun­da ru­hen his­se­diyor... He­men bi­zim ko­ğu­şa gel­di. Sor­du. Bi­ri ‘Efen­dim bu ba­na ... (üç harfli bir hay­van is­mi) de­di!’ Üs­tad, ‘Ben o söz­le­ri ken­di­me alı­yo­rum’ de­yip der­hal on­la­rı ba­rış­tır­dı.[11] Şu kos­ko­ca Be­di­üz­za­man’a, şu al­çak­gö­nüllü­lü­ğe ba­kın...”

Ya­zı­da tem­bel, so­ru­da kuv­vet­li Re­fet

Bir gün Re­fet Ağa­be­ye gü­le­rek sor­dum:

“Ağa­bey, Üs­tad si­zin için ‘ya­zı­da tem­bel, so­ru­da kuv­vet­li Re­fet’ de­miş…”[12] Re­fet Ağa­bey uzun uzun gü­le­rek, “Ee, sor­ma­dan ol­mu­yor ki! Ah Üs­tad sağ ol­say­dı ben daha ne­ler so­ra­cak­tım!”[13] di­ye ce­vap ver­di.

Üs­tad’ın mek­tup­la­rı

“Üs­tad’ın ba­na yaz­dı­ğı mek­tup­la­rı Av. Be­kir Bey al­dı. Âde­ta her bi­ri okun­duk­ça ka­pa­rak alı­yor­du.” Bu mek­tup­lar Üs­tad’ımı­zın Emir­dağ Lâ­hi­ka­sı’nda em­ret­ti­ği gi­bi, Bar­la La­hi­ka­sı’nın sonu­na ilâ­ve edil­miş­tir: “Re­fet kar­deş! Sen de çok sa­fa­lar gel­din ve Ri­sa­le-i Nur ya­zı­sıy­la meş­gu­li­ye­tin be­ni cidden se­vin­dir­di. Hu­lu­si ve Sab­ri gi­bi se­nin de su­al­le­ri­nin Ri­sa­le-i Nur’da ehem­mi­yet­li ne­ti­ce­leri ve tat­lı mey­ve­le­ri var. Se­nin ya­nın­da bu­lu­nan ve ri­sa­le­ler­de kay­de­dil­me­yen il­mî par­ça­la­rı mü­na­sip yer­ler­de ve­ya lâ­hi­ka­da ya­zar­sı­nız.” (Emir­dağ Lâ­hi­ka­sı, 133)

Üs­tad Haz­ret­le­ri­nin sa­lâ­va­tı

Re­fet Ağa­bey, Üs­tad’ımı­zın sa­lâ­va­tı­nı ken­di eliy­le yaz­dı ve ez­ber­le­me­mi­zi tav­si­ye et­ti. Bu sa­lâ­vat, Söz­ler mec­mu­a­sın­da şu şe­kil­de geç­mek­te­dir: Hem ‘Al­la­hüm­me sal­li alâ Mu­ham­me­din bi ade­di zer­râ­ti’l-kâi­na­tı ve mü­rek­ke­bâ­tihâ (Al­lah’ım! Kâi­na­tın zer­re­le­ri ve o zer­re­le­rin mü­rek­ke­bâ­tı ade­din­ce Mu­ham­med’e rah­met et)’ der. Her şey na­mı­na bir sa­lâ­vat ge­ti­rir. Çün­kü her şey, Nur-u Ah­me­dî ile (a.s.m.) alâ­ka­dar­dır. İş­te tes­bi­hat­ta, sa­lâ­vat­lar­da had­siz adet­le­rin hik­me­ti­ni an­la.” (Söz­ler, 362)

[1] "Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azime içinde amel-i salihin ihlâsla muvaffakiyeti pek azdır. Hem az bir amel-i salih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir." (Kastamonu Lâhikası, 148)

[2] “Beni konuşturmak istemiyorlar. Hem güya benimle kim görüşse birden Nur’un fedakâr bir talebesi olur. Onun için beni görüştürmüyorlar. Hatta Diyanet Reisi dahi demiş: ‘Kim onunla görüşse, ona kapılır; cazibesi kuvvetlidir.’” (Şualar, 492)

[3] “Kardeşlerim! Çok dikkat ve ihtiyat ediniz. Sakın sakın hocalarla münakaşa etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar musalâhakârane davranınız, enaniyetlerine dokunmayınız, bid’at taraftarı da olsa ilişmeyiniz. Karşımızda dehşetli zındıka var-ken, mübtedilerle uğraşıp onları dinsizlerin tarafına sevk etmemek gerektir. Eğer size ilişmek için gönderilmiş hocalara rastgelseniz, mümkün olduğu kadar münazaa kapısını açmayınız. İlim kisvesiyle itirazları, münafıkların ellerinde bir senet olur. İstanbul’da ihtiyar hocanın hücumu, ne kadar zarar verdiğini bilirsiniz. Elden geldiği kadar Risale-i Nur lehine çevirmeye çalışınız.” (Emirdağ Lâhikası, 133)

[4] “Güz mevsiminde, sineklerin terhisat zamanına yakın bir vakitte hodgâm insanlar, cüz’î tacizleri için sinekleri itlâf etmek üzere hapishanedeki odamızda bir ilâç istimal ettiler. Benim fazla rikkatime dokunmuştu. Odamda çamaşır ipi vardı. Bilâhare, o insanların inadına, sinekler daha ziyade çoğaldılar. Akşam vaktinde, o küçücük kuşlar, o ip üstünde gayet muntazam diziliyorlardı. Çamaşırları sermek için Rüştü’ye dedim: ‘Bu küçücük kuşlara ilişme, başka yere ser.’ O da kemal-i ciddiyetle dedi ki: ‘Bu ip bize lazımdır; sinekler başka yerde kendilerine yer bulsun.’ ...Hz. Musa (a.s.) onların tacizlerine karşı müştekiyâne, “Ya Rab! Bu muacciz mahlûkları ne için bu kadar çoğaltmışsın?’ deyince, ilhamen cevap gelmiş ki: ‘Sen bir defa sineklere itiraz ettin. Bu sinekler çok defa sual ediyorlar ki: Ya Rab! Bu koca kafalı beşer seni yalnız bir lisanla zikrediyor, bazı da gaflet ediyor. Eğer yalnız kafasından bizleri halk etseydin, binler lisanla Sana zikredecek bizim gibi mahlûklar olurlardı…’” (Lâtif Nükteler, 5)

[5] “Ey hodgâm insan! Sineklerin binler hikmet-i hayatiyesinden başka, sana ait bu küçücük faydasına bak, sinek düşmanlığını bırak: Çünkü gurbette, kimsesiz, yalnızlıkta sana ünsiyet verdiği gibi, gaflete dalıp fikrini dağıtmaktan seni ikaz eder. Ve lâtif vaziyeti ve abdest alması gibi yüzünü gözünü temizlemesiyle, sana abdest ve namaz, hareket ve nezafet gibi vazife-i insaniyeti ihtar eder ve ders veren sineği görüyorsun.” (Lâtif Nükteler, 9)

[6] “...Ne kadar düşündüm: ‘Bunun arkasından mı, yoksa ötekinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim?’ Tahayyürde kaldım... Her birinde ayrı ayrı cazibedar hasiyetler var. Biriyle iktifa edemiyordum. O tahayyürde iken, Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle kalbime geldi ki: ‘Bu muhtelif turukların başı ve bu cetvellerin menbaı ve şu seyyarelerin güneşi, Kur’an-ı Hakîm’dir. Hakikî tevhid-i kıble bunda olur. Öyleyse, en a’lâ mürşit de ve en mukaddes üstad da odur. Ona yapıştım...’” (Mektubat, 356)

[7] “Risale-i Nur, imanî meseleleri lüzumu derecesinde izah etmiş. Risale-i Nur’un hocası, Risale-i Nur'dur. Risale-i Nur, başkalarından ders almaya ihtiyaç bırakmıyor. Herkes istidadı nispetinde kendi kendine istifade eder. Aklınız her bir meseleyi tam anlamasa da, ruh, kalb ve vicdanınız hissesini alır. Ne kadar istifade etseniz, büyük bir kazançtır.” (Sözler, 772)

[8] “Hem daimî hizmetinde olan bir arkadaş Rüştü Efendi, üç okkası beş kuruşa satılan ufak balıklardan güzelce kızartılmış üç tane getirmişti. Bunları Üstad’ımıza yedirmek için ısrar etti. Hem Rüştü Efendi’nin hatırını kırmamak, hem de balıkları sevdiği için yedi. O balık yüzünden beş saat mütemadiyen sancı çekti... Bu sancı başladıktan üç saat sonra Rüştü Efendi’ye dedi ki: ‘Hüs­rev’deki paramdan balığın fiyatını al.’ ‘Sancı devam ediyor’ dediği halde balıkların fiyatını almadığı için, iki saat daha devam ediyor. En nihayet dedi ki: ‘Aman parayı al, beni bu sancının verdiği azaptan kurtar!’ Rüştü Efendi balığın fiyatını aldığı dakika, sancı birdenbire kesildi. Biz Üstad’ımızın halinden, vaziyetinden, bu acip hali aynen gördük. İşte Üstad’ımız hakkında, ne ile yaşıyor, diyenler, hatalarını tashih etsinler. Bekir, Refet, Hüsrev, Rüştü” (Barla Lâhikası, 302).

[9] Bir gün Refet Ağabeyin canı yumuşak yağ armudu çekti. Almam için bir miktar para -miktarını unuttum- verdi; manava gittim, fakat verdiği para yetmedi! Yanımdan küçük bir miktar ilâve ettim. Dönüşte Refet Ağabey “Para yetti mi?” diye sorunca mecburen söyledim. Dakikalarca ısrar etti, koyduğum parayı zorla verdi. Hatta, “Hem ağabey diyorsun, hem de sözümü dinlemiyorsun!” diye lâtife de yapmıştı. Gördük ki o, Üstad’ının sıbgasıyla sıbgalanmıştı.

[10] “Şu hiç ender hiç olan kardeşinize, yalnız hizmet-i Kur’an’a istihdamı hengâmında ve o hazine-i bînihayenin dellâlı olduğu bir vakitte, ism-i Rahîm ve ism-i Hakîm mazhariyetine medar bir vaziyet verilmiş. Bütün Sözler, o mazhariyetin cilveleridir.” (Mektubat, 19)

[11] “Kardeşlerimden rica ederim ki, sıkıntı ve ruh darlığından veya titizlikten veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan arkadaşlardan südur eden fena ve çirkin sözleriyle birbirine küsmesinler ve ‘Haysiyetime dokundu!’ demesinler... Ben o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın. Bin haysiyetim olsa, kardeşlerimin mabeynlerindeki muhabbete ve samimiyete feda ederim.” (Uhuvvet Risalesi)

[12] “Aziz, sıddık kardeşim ve hizmet-i Kur’aniyede hakikatli bir arkadaşım Refet Bey! Bu defa istinsah ettiğiniz risaleler çok güzel olmuştur. Senin gayret ve samimiyet ve ciddiyetini bana gösterdiler ve Refet tembel değildir, ispat ettiler.” (Barla Lâhikası, 332)

[13] “Aziz, sıddık, müdakkik, meraklı kardeşim Refet Bey! Sizin gibi hoş-sohbet bir kardeşimi, haksız olarak sual sormamaya ve sükûta davet ediyorum... Çünkü bugün dört saat mütemadiyen kâtibi bekledim ki bir mektup yazacağım, olmadı. Tâ ben yirmi dakikadaki mesafeye gittim. Bağsuyu başında bularak uykusuz yorgun buldum... Kardeşiniz Said Nursî” (Barla Lâhikası, 350)

(bk. Ömer ÖZCAN, Ağabeyler Anlatıyor-I)

***

Mübarek vatan toprakları üzerinde yüzlerce beldede, sulh ceza, ağır ceza mahkemelerinde ve savcılıklarda Risale-i Nurları okuyan masum Müslümanlar muhakeme edilirdi. Bu dâvâları hemen hemen tek başına Bekir Berk Edirne'den Van'a koşarak takip ederdi. Bu işler için ehl-i hamiyet kendilerine İstanbul-Beyazıd-Çarşıkapı'da Kiğılı Pasajında, ikinci katta geniş bir daireyi tahsis etmişti.

Zannediyorum 1964-1965 senelerinde merhum yüzbaşı Refet Barutçu koynunda bir yığın Üstad Bediüzzaman'dan Nur Mektupları olduğu hâlde mezkûr daireye gelmişti. Bu mübarek mektupları tek tek, salavat getirerek, dualarla Nur Davalarının yorulmaz avukatı Bekir Berk'e vermişti.

Yıllar sonra bu aziz mektuplar yirmi bir parça halinde "Barla Lahikaları" ismindeki Nur şaheserlerinin mektuplar ve lahikalar kitabında neşredilmişti.

Bu Nur yolunun hakikat kahramanı Yüzbaşı Refet Bey, Beşiktaş'taki Vişnezade camisinde imamlık yapıyordu. Sık sık Süleymaniye semtindeki Kirazlı Mescid Sokak 46 numaralı nur dersanesine gelirdi. Burada bizlere anlattığı hatıraları not olarak yazdığım defterleri ,bugün bile aziz bir hatıra ve yadigâr olarak saklamaktayım. Belki de "Şâhitler'in Dilinden" gayretimizin ilkini merhum Refet Barutçu Bey teşkil etmektedir.

Refet Barutçu'yu dinlerken

Emekli Yüzbaşı Refet Barutçu l886 senesinde İstanbul-Beykoz'da dünyaya gelmişti. Emeklilik günlerinde Beşiktaş-Dibekçi-Vişnezâde camiinde imamlık yapmıştı. Üstad Bediüzzaman'la beraber l935 Eskişehir, l943 Denizli, l948 Afyon hapishanelerinde birlikte bulundu. l975 Şubat başlarında Ankara'da doksan yaşın eşiğinde vefat etti. Karşıyaka mezarlığında defnedildi.

Emekli Yüzbaşı Merhum Refet Bey'i, on yıl gerek İstanbul'da, gerek Ankara'da müteaddit defalar ziyaret edip, uzun uzun hatıralarını dinlemiştik. Çok tatlı bir anlatışı vardı. Hoş sohbet ve tatlı dilli bir zattı. Doksan yılı bulan uzun bir ömür sürdü. Son yılları yaşlılığın ve hastalığın elemi ile geçti. l964-1965 ders yıllarında Vefa Lisesi günlerimin aydınlık anları Yüzbaşı Refet Barutçu'yu dinlediğim zamanlar olmuştur.

l969 yılında ise Avukat Bekir Berk Bey'in yazıhanesinde rahmetli Mustafa Polat'la onun hatıralarını uzun uzun dinlemiştik. Yaşadığı hadiseleri öylesine canlı ve duygulu anlatıyordu ki, insan ister istemez o günleri kendisi ile birlikte yaşıyor. Kendisi yaşıyor ve bize de yaşatıyordu. Burada hep Hz. Mevlana'nın "Yanmayan yakamaz" diye buyurulan ölümsüz vecizesini düşünürdüm.

Arada bir titreyen elleriyle gözlüğünü takıyor, çıkarıyor; gayet canlı jest ve mimikle bizi 35-40 yıl evveline götürüyordu. Uzun yılların kırıştırdığı ve iman nuru ile yoğurduğu siması, bembeyaz sakalı, açılan tepesinin etrafındaki pamuk yumağı halindeki saçları onun tam bir Osmanlı Efendisi olduğunu gösteriyordu.

Risale-i Nur Refet Beyin gaye-i hayali idi

Refet Bey, Kur'ân ve imana hizmet etmeyi hayatının en büyük gayesi sayıyor, bu gayesini şöyle ifade ediyordu:

"Bugün Boğaziçinde, Kavaklarda oturan bir genç kendisine Kur'an öğretmemi istese veya Üstadım Bediüzzaman'ın bir küçük risalesini istese, her gün Beyazıd'tan oraya gider gelirim."

Kendisi bu fikirlerini her zaman tatbik eden bir insandı. Bir çok masumların Kur'ân öğrenmesine çalışmıştı. Yine kendisi gibi aramızdan ebediyete intikal eden Dr. Sadullah Nutku'ya da ilk defa Nur Risalelerini veren kendisi idi. Dr. Nutku Beye verdiği Haşir Risalesini kendisine okutarak ve sık sık sual sorarak anlamasını ve nurlardan lezzet ve feyz almasını temin etmişti.

Refet Bey eski hatıralarını anlatırken yüz hatları birden bire değişmişti, şu yakıcı ve tesirli sözleri hâlâ kulaklarımda çınlıyor:

"Hayır... Hayır. Onsuz dünya yaşanmıyor. O gitti gideli dünya yaşanmaya değmiyor. Bizi yetim bıraktı. O gitti bizler öksüz kaldık."

Refet Bey şimdi özlediği âleme gitti. Ve dostlarına kavuştu. Başta Resulullah (a.s.m.) bütün sevgililerin bulunduğu diyar... Bahtiyar Refet Bey aramızda ve dünyamızda hoş bir sada bırakarak, arzuladığı sevgililerin beldesine gitti."

"Üstad'ı ilk görüşüm"

Merhum Üstad Bediüzzaman'ı ilk defa nerede ve ne zaman gördüğünü sormuştum. Gözlüğünü eline aldı ve başladı anlatmaya:

"l92l'lerde idi sanıyorum, Beyazıt'ta Yüzbaşı Ziya Beyler beraber sahafları gezerken, Abdurrahman Nursi tarafından kaleme alınan pembe kaplı küçük bir kitap gördük. Bu kitabı merakla karıştırdık. Kitap Bediüzzaman Said Nursi'nin hayatını anlatıyordu. İyice hatırlamıyorum, beş kuruş mu ne, verdim ve kitabı satın aldım. O akşam ilk işim bu kitabı okumak oldu. Kitabı okuyup bitirince büyük bir şahsiyetle, kurtarıcı bir ruhla karşı karşıya olduğumu hissettim.

"Bu hadiseden ne kadar sonra idi bilemiyorum. Yine Ziya Beyle Beyazıd civarına gitmiştik. Ziya bey Diyarbakırlı olduğu için Üstadı işitmiş ve görmek arzu ediyordu. Namaz vakti gitmiştik; biz de namaz için camiye girdik. Namazdan sonra camide Kur'ân dinliyorduk, bu sırada kulağıma doğru eğilen Ziya Bey 'İşte.... işte...' diye birisini gösteriyordu. 'Kim?' deyince: 'İşte, işte Bediüzzaman' dedi. Gösterdiği tarafa baktım, heybetli bir zat diz üstü oturmuş, ellerini birbirine kavuşturmuş, başını eğmiş, huşu içinde okunan Kur'ân'ı dinliyordu. O oturuş, o dinleyiş, ne hâl idi anlayamadım. Hâlâ o tesir altındayım. O an, hayatımın en unutulmaz tatlı bir levhasıdır. Öyle bir dinleyişi vardı ki, saadet asrından gelen Kur'ân sadasını dinliyordu sanki...

"Kur'ân bitti, ben pür dikkat takip ediyordum. Hattâ şurası da hayretimizi mucip oldu. Yalın ayak namaz kılacakken çizmeleri ile kıldı. Elinde çizmelerin üzerine giydiği lastikler olduğu halde etrafını tetkik ederek camiden çıktı, kapının perdesinin kapanmasıyla gözden kayboldu. Arkasından baka kaldım.

"Ben mimi cimi bilmem"

"Bu hadiseden on yıl geçmişti. l930 yıllarında idi. Isparta'da şube reisi olan eniştemin yanında bulunuyordum. Her gün kütüphaneye gidiyordum. Medresede okumuş bilgili bir zat olan kütüphanedeki memurla âlimler mevzuunda görüşürken sözü Bediüzzaman'a getirdim. Çok büyük bir âlim olduğunu, kendisini Mütâreke yıllarında tanıdığımı, fakat şimdi nerede olduğunu bilmediğimi ifade ettim. Memur arkadaş Bediüzzaman Hoca Efendi'nin Barla nahiyesinde olduğunu söyleyince heyecanlandım. 'Allah Allah, ben o zatı mütareke yıllarından tanırım, hemen ziyaretine gideyim.' dedim. Bunun üzerine bazıları görüşmenin mümkün olmadığını ifade edince 'Kapısında bu şahısla görüşmek yasaktır yazısı var mı?' dedim. 'Yok' dediler. 'Öyleyse ben giderim.' 'Aman gitme, sonra seni mimlerler' dediler. Bu sözler çok garibime gitmişti. Ne demek istiyorlardı. 'Ben mimi cimi bilmem. Öyle şeylere metelik verenlerden değilim.'

"O ganiyem ki, bu bazar-ı cihanda feleğe,
Metelik vermem için bende bozukluk yoktur." dedim.

"Ziyaretçileri Üstad'la görüştüren Bekir Ağa diye bir zatı buldum. İki at temin etti. Barla'ya doğru yola çıktık. Bağ ve bahçelerden geçerek gidiyorduk. Yollarda köylüler bizim Barla'ya gittiğimizi anlıyor: 'Hoca'ya selam söyleyin!..' diye bağırıyorlardı. Saatler süren uzun bir at yolculuğundan sonra Barla'ya geldik. Hemen Üstad'ın evine indik. Bize Üstad'ın Paşa kayasına (Karakavak) gittiğini söylediler. Hemen ayağımızın tozu ile Paşa Kayasına gittik. Barla'ya yirmi dakikalık bir mesafede, bol suları, bahçeler arasındaki bu mevkide Üstad beyazlar içinde çay pişirmeye çalışıyordu. Hürmetle varıp ellerini öptük. Daha önce ziyaretine gitmeden l93l'de Isparta'dan kendisine mektup yazmıştım. Beyazıd'da ilk defa uzaktan gördüğümü ifade etmiştim. Bana gönderdiği cevabî mektubunda: 'Kardaşım, ben sizi tâ o zamanlarda talebeliğe kabul etmiştim.' diyor; ben mektupta askerliğimden hiç bahsetmediğim halde, bana 'Ben sende asker ruhu görüyorum' diyordu. ilk ziyaretim bu şekilde olmuştu."

"Ben sizi uğurlamalıyım"

İlk ziyaretini bu şekilde anlatan Refet Bey, bir başka ziyaretini de şöyle ifade ediyordu:

"Tenekeci Küçük Mehmet Efendi ile bir de oğlum Bedreddin yanımda olduğu hâlde Isparta'dan İslam köyüne kadar vasıta ile oradan da Barla'ya yaya olarak gitmiştik. Ziyaretimiz esnasında konuşurken bizim yaya olarak geldiğimizi anlamıştı.

'Madem bu kardaşlarım benim için yorulmuşlar, ben de alâküllihâl sizi Karaca Ahmed Sultan'a kadar teşyi etmek mecburiyetindeyim.'

deyince biz onun nezaketi karşısında mahçup olmuştuk. 'Aman efendim nasıl olur?' dedik. Çok rica ederek bu fikrinden vaz geçirdik. Yoksa bizi Karaca Ahmed'e kadar yolcu edecekti."

"Üstad bize çay getiriyordu"

Onun bu nezaket ve tevazuunu hayranlıkla anlatan Refet Bey, l934 senesinde Isparta'da Ada Kahvesi denilen bir mahaldeki bağ içinde iki katlı bir evde bulundukları bir sırada cereyan eden başka bir hatırasını da şöyle anlatıyordu:

"Hüsrev Altınbaşak ile birlikte Nur Risalelerini yazarak çoğaltıyorduk. Üstad da üst odada idi. Bir ara kapı tıkırdadı ve açıldı. Bir de ne görelim, Üstad Hazretleri elindeki bir çay tepsisinde iki bardak çayla içeri girdi. Biz heyecan ve mahcubiyetle; 'Aman Üstadım' diye fırlayıp elinden tepsiyi almak istedik, elini kaldırarak 'Yo, yo, ben size hizmet etmeye mecburum' dedi. Aman Yarabbi bir de mecburiyet ekliyor. Bu ne tevazü, bu ne nezaket... Ben bu nezaket ve tevazüyü ne Mekteb-i Âliyede, ne Mekteb-i Harbiyede, ne de ailemde hiçbir yerde görmedim."

"Ben sizi bulmasaydım ne yapardım?"

Bu sözleri söyleyen Refet Bey'in kendisi, Osmanlı terbiyesi görmüş bir İstanbul Efendisi idi.

"Kur'an hakikatlerinden okuyor ve yazıyorduk. Çok istifade ediyorduk. Bu istifademizi ifade için bir gün kendisine 'Biz sizi bulmasaydık ne yapardık Üstadım.' dedik. O yine yüksek tevazuundan bize cevaben: 'Ben sizi bulmasaydım ne yapardım?.. Siz beni bulduğunuza bir sevinseniz, ben sizi bulduğuma bin sevinmeliyim.' diyordu."

"Üstad'ın namaz kılışı"

"Üstad namaz vakitlerini hiç geçirmez, vakit girince hemen namazını eda ederdi. Kendisi namaza dururken biz arkasında çok heyecanlanırdık. Heybet ve huşû içinde huzura bir girişi vardı ki, tarifi mümkün değil, 'İlâhi Ya Rab!.. İlâhi Ya Rab!... İlâhi Ya Rab!... Allahu Ekber!' diyerek sarsılır ve haşyet içinde sallanarak, süratle namaza girerdi. Biz arkasında korkardık, ürperirdik."

Denizli beraeti

Emekli Yüzbaşı Refet Barutçu Bediüzzamanla birlikte l935'te Eskişehir, l943'te Denizli, 1948'de de Afyon hapishanelerinde beraber bulunmuş, o acı ve ızdıraplı günleri beraber yaşamıştı. Sonunda masumiyetleri anlaşılınca beraat etmişlerdi. Merhum Yüzbaşı Denizli beraetinden sonra yedek zabit olarak vazife yaptığı birliğe gitmiş, yüzbaşı üniformasını kuşanmış, on beş gün izin almış. İznini resmi elbisesi ile Isparta'nın her tarafını ziyaret edip Nurlardan kimsenin zarar görmediğini ifade ederek kutlamıştı. Eskişehir'e götürmek için Isparta'dan Merhum Üstad Said Nursi ile birlikte yüz yirmi talebesini ikişer ikişer kelepçelemişlerdi.

Yüz yirmi kişiye kelepçe kâfi gelmediğinden Sarıklı Antalya Müftüsü Çil Ahmet Efendi ile Bekir Ağayı çamaşır ipiyle bağlamak isteyen çavuşa, muhafız alayından gelen Jandarma subayı Mülazım Ruhi Bey, "Çekil oradan" deyip mani oluyor ve elleri bağlı olmadan götürüyor. Daha sonra da Baladız istasyonunda diğer maznunların da kelepçelerini açarak yola öyle devam ediliyor. Namaz vakitlerinde mola verdiriyor. Yol güzergâhındaki şehirlerden geçerken merkez kumandanlarına ve vazifeli kimseler maznunlar hakkında izahatta bulunarak: "Bunlar masumdur, zulme maruz bırakılmış kimselerdir." şeklinde konuşmalar yapıyor.

Bu hatırayı gülerek anlatan Refet Bey, bize Bediüzzaman'ın bir eserinde "Çok çocuk oyuncaklarına şahit olarak gülerek ağladık" ifadesini hatırlatmaktadır.

"Ramazan'a ait"

Refet Bey yapılan zulüm ve haksızlıklara misal olarak size bir hatıra anlatayım demiş ve şöyle devam etmişti:

"Isparta'da ani yapılan baskın ve araştırmalarda ele geçirilen Risale ve mektuplar arasında bir kitabın üzerinde 'Ramazan'a aittir' diye bir yazı vardı. İslam yazısını okuyamadıkları için, kimdir bu Ramazan diye aradılar, taradılar, nihayet Isparta Atabey'in köylerinden Ramazan isimli bir vatandaşı da ellerini bağlayarak Eskişehir hapishanesine yolladılar. Aradan iki ay geçtikten sonra kitabın Ramazan Efendiye ait değil, Ramazan ve orucun hikmetlerini anlatan Bediüzzaman'ın Ramazan Risalesi olduğu anlaşıldı. Mazlum ve masum Ramazan Efendi tahliye edildi. Hapishanede Bediüzzaman tebessüm ederek 'Kardaşım Ramazan hakkını helal et' diye Ramazan'ı teselli ederdi" diyor Refet Barutçu.

İhtiyarlar Risalesi'nin yazılışı

Merhum Refet Bey l934'de Isparta'da Nur Risalelerinden İhtiyarlar Risalesinin telifi esnasında Bediüzzaman'ın yanında bulunduğunu söylüyor ve telifi şöyle anlatıyordu: "Biz Üstadımızın yanında iken her zaman kağıt kalemi yanımızda bulundururduk. Bir gün bizi çağırdı ve 'Yirmi Altıncı Lem'a ihtiyarlar hakkındadır. Yirmialtı ricayı ihtiva eder. Birinci rica' diye yazdırmaya başladı. Beş altı rica yazdırdı. Öylece kaldı. Aradan bir müddet geçti, bu arada diğer risalelerden bazı parçalar yazıldı. Yine bir gün bizi çağırarak, kaldığı yerden hiç sormadan 'Nerede kalmıştık, biraz okuyun' gibi şeyler demeden, yine söylemeye başladı.

Eserleri ilham-ı ilahi idi

"Her zaman erkenden yanına, hizmetine gidiyordum. Bir gün biraz geç kalmıştım. Yanına girdiğimde, 'Kardeşim biraz erken gelseydin (yanındaki Kadı Zeynel Efendi'yi göstererek) bu zata verdiğim ders Kader Risalesine güzel bir zeyl olurdu.' dedi. Onun kadere dair suallerini cevaplamış, kader mevzuunda ona ders vermişti. Biz bütün bunlardan anlıyorduk ki, onun eserleri ilham-ı ilâhi ve sünuhat olarak kalbine doğuyordu. O da ancak o zaman yazdırıyordu.

***

"Latin yazısı çıkmazdan az evvel basılan Haşir Risalesi etrafa yayılıyor. Dalkavuk bir adam bu risaleden bir tane alarak valiye götürüyor. Vali, "Tam ne zamandır benim aradığım eserdir' diyerek alıyor."

Üstad'ın ders arkadaşları imamlar

"Isparta'nın Barla nahiyesinde bulunduğu bir zamanda, bir arkadaşımla ziyarete gitmiştim. Bir müddet görüştükten sonra Üstadımıza şu suali sordum: 'Efendim Risale-i Nur'un bir nüshasında "Nakşi Üstadım İmam-ı Rabbanî ve Kadiri Üstadım Şeyh Abdülkadir-i Geylani", diyorsunuz. Diğer bir nüshasında "Üstadım Kur'an'dır, başka üstadım yoktur.", buyuruyorsunuz. Hangisinin doğru olduğunu öğrenmek istiyorum.' dedim ve şu cevabı aldım:

'İmam-ı Rabbani ile Şeyh Abdülkadir-i Geylani eski Said'i yeni Said'e çeviren Üstadlardır. Bugün Kur'an-ı Hakimin huzurunda ders arkadaşlarımdır.'

dedi ve meseleyi tamamen anladım. Üstadımızın bu büyük makamının anlaşılması dolayısıyla, sonsuz bir zevk-i manevi ile elini öperek yanından ayrıldım.

"Siz cennette yaşıyorsunuz"

"l934 senelerinde Isparta'daki evde Hüsrev Efendi ile kalıyorduk. Kapı çalındı. Ben üst kattan baktım. Isparta'nın meşhur zenginlerinden, yaşlı Hacı Patlak diye söylenen bir zat... Ben gelen zatı Üstadımıza haber verdim. Üstad: 'Kardeşim yaşlı bir zat, zahmet etmiş, gelsin. Fakat ruhum sizinle ünsiyet etmiş, yabancı birisiyle beş dakikadan fazla oturamıyorum.' dedi. Ben misafire kapıyı açtım. Üstadımızın kendisini kabul ettiğini, fakat beş dakikadan fazla görüşemediğini, eğer sohbet ederse, görüşmenin devam etmesini, eğer susar konuşmazsa müsaade isteyip ayrılmasını, şayet 'safa geldin' derse o sohbetin bittiğini, ifade ettiğini etraflıca anlattım. Hacı Patlat ise, 'Yok efendim, beş dakika değil, bir dakika bile değil, sadece elini öpeyim o kadar!' demişti.

"İçeri girdi. Üstad sohbet etmeye başladı. Bir ara 'Ben seni fakir kabul ediyorum.' buyurdu.[1]

"Üstad'ın sohbeti bir kaç defa bitti. Susup misafirin gitmesini bekliyor, gitmeyince yine sohbete mecburiyetle devam ediyordu.

Üçümüz de saç ayağı şeklinde oturuyorduk. Saatımı cebimden çıkarıp, Hacı Efendiye doğru tutuyordum. Neden sonra Hacı Patlak Efendi bana doğru bakınca, kalkmasını işaret ettim. Bu işaretimden sonra Hacı Efendi müsaade isteyip ayrıldığı zaman, 'Birader siz cennette yaşıyorsunuz. Onun için bu tatlı, huzurlu, lezzetli ve feyizli halden ayrılamadım.' demişti.

Üstad'ın sineklere şefkati

"Üstad hayvanlara karşı da çok şefkatliydi. Sinekleri biz dışarıya kovmaya çalışırken, soğuk diye buna razı olmuyordu. 'Bunların zaten ömrü az kaldı, yarın bunlar ölecekler. Bunlar benim gece arkadaşlarımdır.' diyordu. İlaçların sıkılmasını da hiç istemiyordu."

"Bize âlim demezler"

l952'de Gençlik Rehberi mahkemesi için Üstad Bediüzzaman İstanbul'a gelmiş, Sirkeci'de Akşehir Palas'ta kalıyordu. Bir çok tanınmış şahsiyetler Üstad'ın ziyaretine geliyordu. Bu ziyaretlerden birisine şahit olan Refet Bey bu hatırasını da şöyle anlattı:

"Üstad otelin odasına, gelen ziyaretçilerle görüşüp konuşmak için döşeli bir vaziyet verdirmişti. Bir gün Urfa'lı hem vaiz, hem de avukat olan meşhur Mahmud Kâmil Bey ziyaretine gelmişti. Bu zat Beyazıd camiinde haftada bir gün bir saat ders veriyordu. Cami tıklım tıklım doluyordu. Mahmud Kâmil Bey Üstad'ın karşısına oturmuştu. Görünüşü çok heybetli, uzun boylu ve müşekkel bir zattı. Sohbet esnasında bir ara Mahmud Kâmil: 'Efendim, ben sizin Van'da bulunduğunuz sırada Urfa'da talebeydim, sizden ilm-i beyan hususunda ders almak istiyordum.' dedi. Üstad ona iltifat ederek, 'Ben bu kardeşime ders verecek iktidarda değilim,' deyince, o heybetli vücuduyla bir anda yere atlayan Mahmud Bey, Üstad'ın ayaklarına kapandı. Sonra Üstad: 'Risale-i Nur hepimize ders veriyor, Onun dersini beraber dinleyelim.' diyerek, orada bulunan bir üniversite talebesine Sözler Mecmuasındaki Hüve Nüktesini okuttu. Bazı yerlerini de kendisi izah etti. Dersten sonra hayretini etrafındakilerden gizleyemeyen Mahmud Bey; 'Bize âlim demezler; işte âlim bu eserin sahibine derler.' dedi."

Yüzbaşı Refet Barutçu Bey de her fani gibi ebediyete intikal etti. Fakat Onun hizmetleri, hatıraları aramızda daima yaşayacaktır. Toprağa düşen bir tohum gibi, Refet Bey toprağa girdi. Hizmetleri, himmetleri sümbüllendi; çiçek çiçek yeşillendi, nesiller yetiştirdi. Cenab-ı Hak ruhuna binler rahmet yağdırsın. Âmin.

Refet Barutçu merhumun l975 Şubat'ında Ankara'da vefatı üzerine Seyfünnur Özcan kardeşimiz "Hüsran'a Cevab" başlığı altında şu mısraları yazıp neşretmişti:

Hüsran'a Cevap
(Refet Ağabey'e)

Sen böyle bakıp, durmuyorsun dili bağlı
İslâmı uyandırmak için haykırıyorsun
Gür hisli, gür imanlı beyninle
Coşuyorsun artık ümidinle
Ey Akif diyorsun:
"Haykır kime, lakin? hani sahiplerin yurdun"
Sağa da baksan, sola da baksan...
Çıktı Nur yolcusu sahibidir yurdun,
Elleri çıkaracak şüheda, toprağından.

***

Feryadının naşını tutarak gömdüğün şiirinden,
Bin parçasını çıkardı göğsünden.
Seller gibi eninin bu asrı sarmış.
Gizli inen yaşın gençliği uyandırmış.
Safahat çınlatıyor gök kubbesini.
Arıyor gençlik ceddinin sesini.
Ey Akif!... Ey şüheda!..
Geliyor kucağına müjdeci yolcular..
Nur yolcusu, Hak yolcusudur bunlar.
Nurla binlerce safahat yaşatırlar.
Ceylan, Zübeyr, Aliler, Mustafalar.
Sadullah ve Refet Ağabeyler
Bakın, kafileye katıldılar.
(Seyfünnur Özcan/TRABZON)

[1] Sonradan merhum Tahiri Mutlu Ağabeye bu hatırayı nakledişimizde, o meşhur ve çok zengin olan Hacı Patlak iflas etmiş. Vefat ettiği zaman belediye tarafından cenazesi kaldırılacak derecede fakr-ı hale mâruz kaldığını ifade etmişlerdi. (Abdülvahid Mutkan)

(Son Şahitler kitabının, birinci cildinden derlenmiştir...)

Kategorileri:
R
Okunma sayısı : 6.854
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?
Yükleniyor...