REFET BARUTÇU (YÜZBAŞI)
1886 YILINDA İstanbul Beykoz’da dünyaya teşrif eden Refet Ağabey, 1906 senesinde İstanbul’da Harbiye’yi bitirip İşkodra’ya (Arnavutluk) teğmen olarak tayin edilir. Refet Bey, dilekçe vererek gönüllü olarak meşhur Yemen savaşlarına katılır ve savaşta İngilizlere esir düşer.
Esaretten döndükten sonra İstanbul Merkez Komutanlığı emrine yüzbaşı rütbesiyle atanan Refet Bey, Cumhuriyet ilân edildikten sonra da, zamanın hükûmeti tarafından, yüzbaşıyken 34 yaşında emekli edilir. Emekliliğinden sonra Çankırı İnhisar Müdürlüğü’ne tayin edilen Refet Bey, Ankara’nın başkent yapılmasından sonra mimar olan dayısıyla Türk Ocakları binasının inşaatında çalışır.
Refet Bey, 1932 senesinde kalem reisi olan eniştesiyle Isparta’ya gelir. Isparta eşrafından Hacı Mülazım İbrahim Efendi’nin kızı Kadriye Hanım’la evlenir. Refet Bey, artık bir cihette Ispartalı olmuştur.
Evlendiği sene, yani 1933 senesinde Bediüzzaman’ın Barla’da olduğunu duyar. Refet Bey, Bediüzzaman’ı İstanbul Harbiye’de talebeyken “Eski Said” olarak Bayazıt Camii’nde görmüş ve hayran kalmıştır. Fakat yanına yaklaşıp konuşamamıştır. Onu bir türlü unutamaz. İşte şimdi onun Barla’da olduğunu duyunca heyecanla ziyaretine gitmeye karar verir.
Bediüzzaman’ın sıkı takip altında olduğunu, görüşmenin riskli olduğunu söylerlerse de o, Kayınpederi Hacı Mülazım İbrahim Efendi ve üvey oğlu Bedrettin ile beraber Üstad’ı ziyaret eder. Bu ziyaretler devam ederken Üstad Hazretleri 1934 senesinde Barla’dan Isparta’ya Şükrü Efendi’nin şehir dışındaki bağ evine taşınır. Artık her gün “Hüsrev, Refet, Rüştü” üçlüsü olarak “tesvid ve tebyiz” için bu köşke Üstad’larının yanına gelmeye başlarlar. O senelerde Refet Ağabey “Yirmi Altıncı Lem’a/İhtiyarlar Risalesi” gibi bazı risalelerin ilk müsevvidi olma şerefiyle şereflenmiştir. Bir hususiyeti de ilmî sualleriyle çok meselelerin izah ve tashihine vesile olmasıdır. “Dünya öküzle balık üstündedir…” gibi suallerin sahibidir.
Bediüzzaman’ın, Yeni Said döneminde üç hapis hayatı vardır. Refet Barutçu Ağabey, 1935 Eskişehir, 1943 Denizli, 1948 Afyon mahkemelerinde ve hapishanelerinde bulunmak şerefine de nail olur; çok sevgili Üstad’ının bu üç büyük mahkemesinde de kaderin cilvesi olarak bulunur, hapishaneler de onu yalnız bırakmaz… Bediüzzaman’ın bu üç büyük mahkemesi ve üç hapishane hayatının üçünde de sadece iki ağabeyimiz bulunmuştur. Bunlar; Refet Barutçu, Hüsrev Altınbaşak. Hz. Üstad 1934 senesinde Barla’dan Isparta’ya nakl-i mekan edince bu üç ağabeyimiz Hz. Üstadın telif ve tebyizinde yanında bulunmuşlardır. O sırada Bediüzzaman, Isparta dışında Şükrü (İçhan ) Efendinin iki katlı evinde kalıyordu. 19. Lem’dan, 26. Lem’anın sonuna kadar olan kısımlar bu evde telif edilmiştir. Hatıralar okunurken bu bilgiler hatırlanmalıdır. Ayrıca, Lâhikalarda “Hüsrev, Re’fet, Rüşdü” şeklinde üçlü imza ile çok sayıda mektup bulunmasının sebebi de budur.
Üstad’ının vefatından sonra 60’lı yıllarda İstanbul Beşiktaş Vişnezade Camii’nde fahrî imamlık yapan Refet Bey, ömrünün son senelerini Ankara Cebeci semtindeki oğlunun evinde geçirmiştir.
2 Şubat 1975 senesinde, burada vefat eden Refet Ağabey, Ankara Karşıyaka kabristanında medfundur.
“Tesirli diliyle ve kuvvetli, letafetli kalemiyle Refet…”
Refet Ağabeyi tanıma şansına 1969 senesinde Ankara’da talebelik yıllarımda nail oldum. Bayram Ağabeyin yerleştirdiği muhtelif dershane-i Nuriyelerde kalıyorduk. Beraber kaldığımız Ahmet Vehbi Ünlü, Eşref Özyalvaçlı, Hacı Biner, Celal Sayman, Abdülaziz Dinlen gibi kıymetli kardeşlerimizle birlikte hemen her hafta sonunda Refet Ağabeyi dershanemize getiriyor, istifadeye çalışıyorduk. Refet Ağabey Cebeci semtindeki oğlunun evinde kalıyordu. O sırada 90 yaşına girmek üzereydi. Kulaklarının ağır işitmesi, gözlerinin zayıflaması dışında ciddi bir rahatsızlığı yoktu. Konuşması, hafızası, şuuru pırıl pırıl apaçıktı.
Bu beraberliğimiz dört sene devam etti. Bendeniz de ilk defa hatıra kaydetme merakımı Refet Ağabeyle keşfetmiş oldum ve onunla başladım. Diyebilirim ki, o vesile oldu bu çalışmanın ortaya çıkmasına...
Bize Risale-i Nurların neşrini, hapishaneleri, çekilen zahmet ve çileleri anlattı. Ama bilhassa ve bilhassa Üstad’ı anlattı.
Refet Ağabey hakikaten O’na âşıktı, Üstad’a hayrandı. “O’nu Anlattı” ifadesi noksan kalır, “Anlatırken yaşadı” demek daha doğru olur... Heyecanla anlatırken mimikleriyle, ses tonuyla o günleri tekrar yaşıyordu. Refet Ağabeyin kalbi ve beyni tamamen Üstad’ına odaklı idi...
Aziz Üstad’ımız, mübarek talebelerine, yaptıkları hizmetlere ve has sıfatlarına göre isimler vermişti: “Sıddık Süleyman, Mübarek Süleyman, Nur İskele Memuru Santral Sabri, Makinesi Kuvvetli Ali Kardeş, Nur ve Gül Fabrikasının Sahibi Hafız Ali, Nur ve Gül Fabrikasının Kâtibi Hüsrev, Kahraman Tahiri, Büyük Ruhlu Küçük Ali…” ve hâkeza… Refet Ağabeyin de en bariz vasfını Üstad iki kelimeyle hulâsa etmiş: “Tesirli diliyle Refet.” Kastamonu Lâhikası’nda Üstad şöyle hitap ediyor Refet Ağabeye:
“Refet kardeş! Senin gibi hem kıymettar, tesirli diliyle ve kuvvetli, letafetli kalemiyle Risaletü’n-Nur’a çok ehemmiyetli hizmet edenler her vakit hatırımda manevî muhataplarım ve hayalen yanımda hazır arkadaşlarımdırlar.” (Kastamonu Lâhikası, 7)
Bayram Ağabey bir gün eskilerden Refet Ağabeyin, yenilerden de Ceylan Ağabeyin Üstad’la çok rahat konuşabildiklerini söylemişti. Refet Ağabeyin çok tesirli dili vardı. Okunacak hatıralarda bunu canlandırmak mümkün olmadı. Çünkü o, her tavrıyla, bütün lâtifeleriyle anlatıyordu...
Refet Ağabeyin hiç üşenmesi yoktu. Çok yaşlı olmasına, zayıflamış gözlerine ve az duyan kulaklarına rağmen Kur’an ve Risale-i Nur taliminde bizleri coşturuyordu, koşturuyordu. Hiçbir gün “Bugün hastayım, yorgunum gelemem” dediğini hatırlamıyorum.
Her davetimize geliyor ve hiç durmadan bir şeyler öğretmeye çalışıyordu. Risaleleri henüz bir sene önce tanımış olmama rağmen Hz. Bediüzzaman’ı ve Nur eserlerini keşfetmemde çok büyük tesiri oldu Refet Ağabeyimizin.
İşte Refet Barutçu Ağabeyden yazılı olarak kaydettiğim hatıralar:
“Üstad’ı ilk defa Eski Said döneminde İstanbul’da gördüm”
“İstanbul Harbiye’de okurken, Bayazıt Camii’nde meşhur hafızlar sık sık Kur’an tilâvet ediyorlardı. Ben de ara sıra onları dinlemeye gidiyordum. Meğer Üstad da esaretten dönmüş, aynı camiye hafızları dinlemeye geliyormuş... İşte böyle bir günde, Bediüzzaman’ı hafızları dinlerken gördüm. Dizüstü çökmüş, başı önüne eğik vaziyette, huşû içinde dinliyordu. Çok heybetli bir hali vardı. Fakat yaklaşıp konuşamadım. Dikkat ettim, çizmeleriyle namaz kılıyordu! Çizmeleri mest gibi kullanıyordu. Camiden çıkarken ayağına lâstikleri geçirdi. Arkasından bakakaldım... Seneler sonra Üstad’a bunu Isparta’da anlattığımda, bana, ‘Ben seni daha o zamandan talebeliğe kabul etmiştim’ dedi.” Refet Ağabeyin bu hatırası, Lem’alar mecmuasında Üstad Hazretleri tarafından şu şekilde ifade edilmektedir:
“... İstanbul’un Bayazıt Cami-i Mübarekine, Ramazan-ı Şerifte, ihlâslı hafızları dinlemeye gittim. Kur’an-ı Mucizü’l-Beyan, semavî yüksek hitabıyla beşerin fenasını ve zîhayatın vefatını haber veren gayet kuvvetli bir surette ‘Küllü nefsin zâikatü’l-mevt (Her nefis ölümü tadıcıdır. Âl-i İmrân Sûresi, 185)’ fermanını, hafızların lisanıyla ilan etti. Kulağıma girip, tâ kalbimin içine yerleşip, o pek kalın gaflet ve uyku ve sarhoşluk tabakalarını parça parça etti. Camiden çıktım.” (Lem’alar, 231)
“Şu tevazuya bakın; bu, tevazuun azamî mertebesidir”
“Bir arkadaşımla Barla’ya Üstad’ı ziyarete gitmiştik. Biraz oturduktan sonra bizim yayan geldiğimizi, yorulduğumuzu anladı. ‘Mademki siz benim için yoruldunuz, buraya kadar geldiniz, ben de sizi Karacaahmet Sultan’a kadar yolcu etme mecburiyetindeyim!’ diye ısrar etmeye başladı. Düşünün ki Karaca Ahmet Sultan, Barla Eğridir arasında iki saatlik bir yol. Şu tevazuya bakın; bu, tevazuun azamî mertebesidir. Çok ısrarla bu fikrinden vazgeçirebildik.
“Telif anında kıbleye döner, diz çöker; o anda…”
“Üstad risaleler yazılırken yanında Kur’an’dan başka kitap bulundurmazdı. Ama biz yanında devamlı kâğıt kalem bulundururduk.
Telife başlarken o, risalenin nihayet hududunu gösterir, önce belirtirdi. Mesela ‘Yirmi Altancı Lem’a, Yirmi Altı Rica’yı hâvidir’ gibi… Telif anında kıbleye döner, diz çöker, ben karşısında yazardım. O anda ona sinek bile yaklaşmaz, biz gözümüzle sineklerin ‘vız’ diye döndüğünü görürdük. Bir gün İhtiyarlar Risalesi/Yirmi Altıncı Lem’a’ya böyle başladık. Altıncı Rica’ya gelince ‘Bugünlük tamam kardaşım’ dedi. Birkaç hafta ara verdikten sonra kaldığı yeri bile sormadan gerisini tamamladık... Biz bundan anlıyorduk ki, risaleler ihtiyarla yazılmıyor, kalbe gelen sünuhat halinde aynen yazdırılıyordu...
“Üstad’ın tevazuu kalpleri fethediyordu”
“Isparta’da bir bahçe içindeki köşkte tebyiz etmek üzere verdiği bir risalenin tashihi sırasında, iltifat olmak üzere, iki katlı evin alt katında masa başında Hüsrev kardeşle yazı işleriyle meşgulken, odamızın kapısının açılmasıyla şu manzarayla karşılaştım:
“Üstad Hazretleri, üst katta kendi eliyle hazırladığı iki çay bardağını tepsi üzerine koymuş ve bize ikram etmek üzere geldiğini gördük. Derhal koştum, elindeki tepsiyi almak istedim. ‘Üstad’ım, biz size ikram edecekken aksi olarak siz bize lutfediyorsunuz’ dedim ve tepsiyi almak istedim. ‘Yok! Mademki siz Nurlara hizmet ediyorsunuz, ben de size ikram etmeye mecburum’ dedi. Ben elinden tepsiyi aldım ve odamızdan ayrıldı.
“Üstad’ım, kurtulur mu?”
“Üstad, Hüsrev ve ben, Pınarbaşı’na gezmeye çıkmıştık. Bir ara uzaktan birisi göründü, bize doğru geliyordu. Ben önüne geçip Üstad’ı rahatsız etmemesini söyledim. Fakat Üstad müsaade etti. Genç, Üstad Hazretlerinin elini öperek, ‘Efendim, ben esrara müptelâyım, dua edin de bu kötü içkiden nefret edeyim!’ dedi.
“O zaman Üstad, ‘Kardeşim, sen farz namazını kılsan ben sana dua edeceğim’ dedi ve delikanlı gitti. Ben fırsatı kaçırmadan sordum: ‘Üstad’ım, kurtulur mu acaba?’ Bugünkü gibi hatırlıyorum, kaşlarını çatarak ‘Beli, beli!’ diye cevap verdi.[1]
“Risale-i Nurlar ihtiyarla değil, ilhamla yazılıyordu”
“Üstad’ın yanına her sabah saat 7.30’da gidiyordum. Nasıl olduysa bir gün bir saat geciktim! Baktım Üstad’ın yanında Kadı Zeynel adında âlim bir zat var. Üstad’a kader meselesini sormuş.
“Üstad beni görünce, ‘Kardaşım! Kader ve cüz’î ihtiyara dair izahatta bulundum. Evvel gelseydin Yirmi Altıncı Söz/Kader Risalesi’ne güzel bir zeyl olurdu’ dedi. Sonra Kadı Zeynel’e sordu: ‘Kardeşim, şüphen kaldı mı?’ O da, ‘Elhamdülillah kalmadı’ diyerek cevap verdi. Anladım ki, risaleler ilham-ı İlâhîdir, vaktinde kaydedilmeli...” Refet Ağabeyin yaşadığı bu hadise, Kastamonu Lâhikası’nda teyit ediliyor: “Maatteessüf ben burada bütün bütün yalnız kaldığım için, çok ehemmiyetli hakikatler yazılmadan, kaydedilmeden geldiler ve gittiler…” (Kastamonu Lâhikası, 9)
“Üstad çok cazip bir insandı”
“Onun huzuruna girenler yanından çıkmak istemezlerdi. Yanında hali değişirdi insanın... Bir gün Isparta’nın zenginlerinden Hacı Patlat adında bir zat, Üstad’ı ziyarete gelmişti. Ben adama girerken, Üstad’ın sözleri bitince hemen kalkmasını tembih ettim. O da, ‘Tamam, elini öpsem yeter’ dedi ve içeri aldım. Üstad arada duruyor, fakat adam bir türlü kalkmak bilmiyordu. Ara sıra susup bekliyor, adam yine kalkmıyor. Sonunda Üstad, ‘Sen safa geldin kardaşım’ dedi, adam kalktı. Giderken adam, ‘Hiç evliyanın sohbetine doyum olur mu, birader siz cennet yaşıyorsunuz, o feyizden ayrılamadım!’ dedi. O da cazibin cezbesine kapılmıştı.[2]
“Hocalarla münakaşa etmeyiniz”
“Üstad’ımız her zaman ‘Hocalarla münakaşa etmeyin’ diye tembih ederdi.[3] Fakat her nasılsa ben bir gün bir hocayla şöyle bir münakaşa etmiştim: O, ‘Cenab-ı Hak hiçbir kafiri ebedî cehennemde tutmaz, onun şefkati buna müsaade etmez’ diye iddia ediyordu. Ben de ‘sarih âyet olduğunu, kafirlerin ebedî cehennemde kalacaklarını’ iddia ediyordum. Neticede Üstad’a sormaya karar verdik ve gidip meseleyi anlattık. O zaman Üstad, ‘Bu kardeşimiz de onların ebedî cehennemde kalacaklarını biliyor ya, fakat şefkatinden öyle diyor’ dedi ve meseleyi kapattı. Ben hayret ettim; zira hocanın damarına hiç dokunmadan vaziyeti idare etti Üstad...
“Üstad, mahlûkata karşı çok şefkatliydi”
“Bir kış günü Hüsrev’le bir odada risale yazıyorduk. Bir ara sinekler bizi çok rahatsız etmeye başladılar. Pencereyi açıp onları dışarıya kovaladık. Biraz sonra Üstad’ımız geldi ve dışarıda pencere camının kenarında üşüyerek bekleyen sineklere bakarak, ‘Bu zavallıları niye dışarı çıkardınız?’ dedi ve camı açarak onları içeri aldı. Biz de bir fincana biraz pekmez koyup onunla onları oyaladık.[4]
“Üstad Hazretleri elinde kitap okurken sayfaya bazen sinek konar. Üstad da okumayı bırakır onu mütalâa ederdi. Sineklerin el ve ayaklarını birbirine sürtmesine dikkatle bakar, ‘Bize abdest ve nezafeti ihtar ediyorlar’ derdi.”[5] Refet Ağabey de bazen bizleri çağırır, sineklerin bu halini hayret ve tefekkürle gösterir, Üstad’dan aldığı tefekkür dersini talimini bizlere aşılar, anlatırdı.
“İmam-ı Rabbâni, Gavs-ı Azam, ders arkadaşlarımdır”
“Yine bir gün Üstad’a şöyle bir sual sordum: ‘Üstad’ım, bir yerde diyorsun ki: Kur’an-ı Hakîm tek üstadımdır. Başka yerlerde de İmam-ı Rabbanî’yi, Gavs-ı Azam’a üstadım diyorsunuz. Bu nasıl oluyor? Cevap olarak, ‘Onlar Eski Said’i Yeni Said’e inkılâp ettirmişlerdir. Şimdi Kur’an-ı Hakîm önünde ders arkadaşlarımdır’[6] demişlerdi.”
“Risale-i Nur’u anladığınız kadar yeter”
Bir gün Refet Ağabeye risale okurken aklıma geldi, sordum: “Ağabey, bazı yeni kardeşler Risale-i Nur’u anlayamadıklarını söylüyorlar; ne dersiniz?” Refet Ağabey şöyle cevap verdi:“Aynı soruyu ben de Üstad’a sormuştum. Üstad, ‘Kardeşim! Risale-i Nur yalnız akla hitap etmez; kalp, ruh ve diğer hassalara da hitap eder; anladığınız kadar yeter’[7] demişti.”
“Hediye getirenlere, ‘Refet’e sorun’ derdi”
“Isparta’da iken Rüştü kardeş, Üstad’a, o bölgede ‘curuh’ denilen üç tane pişmiş küçük balık getirdi. Üstad kıramadı, bir parça aldı. Aldı, ama anında bir sancı... ‘Hemen Rüştü’yü çağırın!’ dedi. Neyse Rüştü kardeş geldi, Üstad da ‘Git Hüsrev’deki paramdan balığın parasını al’ diye emretti. Rüştü Efendi balığın fiyatını alır almaz anında ağrının durduğunu gözlerimizle gördük! Ben bu hadiseyi gördüğüm için, bir hediye geldiği zaman Üstad ‘Refet’e sorun’ derdi.[8] Kat’iyen hediye almaz, alırsa parasını iki misli verirdi.[9]
“O kadar çok kerametine şahit olduk ki…”
“Bir gün evde refikamla münakaşa etmiş, sonra da Üstad’ın yanına gitmiştim. Tabiî ben bu hususta Üstad’a hiçbir şey bahsetmedim. Neyse biraz sonra oğlum Bedrettin geldi, Üstad’ın elini öptü. Üstad ona, ‘Kardeşim! Git hemşireme selâm söyle, üzülmesin, baban haksızdır’ dedi ve onu gönderdi. Ben hayretimden âdeta donup kalmıştım... Nerden bildi, nasıl bildi? Şaşırdım kaldım... Anladım ki bu bir keramettir. Zaten Üstad’ın o kadar çok kerametine şahit oldum ki anlatmakla bitmez... Fakat o bunun gibi şeylere hiç, ama hiç önem vermez, normal hayatını sürdürürdü.
“Tekbir alırken âdeta yer gök inlerdi”
“Üstad Hazretlerinin arkasında namaz kılmanın hazzı bambaşka idi. Tekbir almadan evvel, ‘İlâhi ya Rabbi, İlâhi ya Rabbi, İlâhi ya Rabbi!’, sonra birden ‘Allahü ekber!’ diye tekbir alır, ellerini sımsıkı bağlar, birden sabitleşirdi. Tekbir alırken âdeta yer gök inlerdi. Aman ya Rabbi! O ne huşû, o ne munis seda tarif edilmez… (Refet Ağabey, Üstad’ı taklit ederek gösteriyordu.)
“Ah! Onsuz bu dünya tatsız, onsuz bu dünya çekilmiyor...”
Kitabı itinayla açardı
Refet Ağabey, Üstad’ın kitap açışını taklit ederek bize gösterir ve kitabın yaprağını hırpalayarak açtığımızda ihtar ederdi. Refet Ağabey, yaprağı açarken sağ elinin başparmağını açacağı yaprağın üst kısmına bastırıyor, işaret parmağıyla sayfayı az kaldırıyor ve diğer parmaklarıyla açıyordu.
“Hakîm ismi galipti”
“Üstad, ‘Kur’an-ı Kerim’ yerine daha çok ‘Kur’an-ı Hakîm’ derdi.”[10] Refet Ağabey, risale okunurken çok dikkatle dinler, ülfeti kırmak için, risalelerdeki kelimeler ve cümlelerin mana ve ahengine bizim dikkatimizi çekerdi.
“Üstad uhuvvet ve tesanüte çok ehemmiyet veriyordu”
“Eskişehir Hapishanesi’nde sıkıntılar yaşanmıştı. Bir keresinde bizim koğuşta Saatçi Lütfi ile Halil İbrahim münakaşa ettiler. Üstad bu hadiseyi kendi koğuşunda ruhen hissediyor... Hemen bizim koğuşa geldi. Sordu. Biri ‘Efendim bu bana ... (üç harfli bir hayvan ismi) dedi!’ Üstad, ‘Ben o sözleri kendime alıyorum’ deyip derhal onları barıştırdı.[11] Şu koskoca Bediüzzaman’a, şu alçakgönüllülüğe bakın...”
Yazıda tembel, soruda kuvvetli Refet
Bir gün Refet Ağabeye gülerek sordum:
“Ağabey, Üstad sizin için ‘yazıda tembel, soruda kuvvetli Refet’ demiş…”[12] Refet Ağabey uzun uzun gülerek, “Ee, sormadan olmuyor ki! Ah Üstad sağ olsaydı ben daha neler soracaktım!”[13] diye cevap verdi.
Üstad’ın mektupları
“Üstad’ın bana yazdığı mektupları Av. Bekir Bey aldı. Âdeta her biri okundukça kaparak alıyordu.” Bu mektuplar Üstad’ımızın Emirdağ Lâhikası’nda emrettiği gibi, Barla Lahikası’nın sonuna ilâve edilmiştir: “Refet kardeş! Sen de çok safalar geldin ve Risale-i Nur yazısıyla meşguliyetin beni cidden sevindirdi. Hulusi ve Sabri gibi senin de suallerinin Risale-i Nur’da ehemmiyetli neticeleri ve tatlı meyveleri var. Senin yanında bulunan ve risalelerde kaydedilmeyen ilmî parçaları münasip yerlerde veya lâhikada yazarsınız.” (Emirdağ Lâhikası, 133)
Üstad Hazretlerinin salâvatı
Refet Ağabey, Üstad’ımızın salâvatını kendi eliyle yazdı ve ezberlememizi tavsiye etti. Bu salâvat, Sözler mecmuasında şu şekilde geçmektedir: Hem ‘Allahümme salli alâ Muhammedin bi adedi zerrâti’l-kâinatı ve mürekkebâtihâ (Allah’ım! Kâinatın zerreleri ve o zerrelerin mürekkebâtı adedince Muhammed’e rahmet et)’ der. Her şey namına bir salâvat getirir. Çünkü her şey, Nur-u Ahmedî ile (a.s.m.) alâkadardır. İşte tesbihatta, salâvatlarda hadsiz adetlerin hikmetini anla.” (Sözler, 362)
[1] "Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azime içinde amel-i salihin ihlâsla muvaffakiyeti pek azdır. Hem az bir amel-i salih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir." (Kastamonu Lâhikası, 148)
[2] “Beni konuşturmak istemiyorlar. Hem güya benimle kim görüşse birden Nur’un fedakâr bir talebesi olur. Onun için beni görüştürmüyorlar. Hatta Diyanet Reisi dahi demiş: ‘Kim onunla görüşse, ona kapılır; cazibesi kuvvetlidir.’” (Şualar, 492)
[3] “Kardeşlerim! Çok dikkat ve ihtiyat ediniz. Sakın sakın hocalarla münakaşa etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar musalâhakârane davranınız, enaniyetlerine dokunmayınız, bid’at taraftarı da olsa ilişmeyiniz. Karşımızda dehşetli zındıka var-ken, mübtedilerle uğraşıp onları dinsizlerin tarafına sevk etmemek gerektir. Eğer size ilişmek için gönderilmiş hocalara rastgelseniz, mümkün olduğu kadar münazaa kapısını açmayınız. İlim kisvesiyle itirazları, münafıkların ellerinde bir senet olur. İstanbul’da ihtiyar hocanın hücumu, ne kadar zarar verdiğini bilirsiniz. Elden geldiği kadar Risale-i Nur lehine çevirmeye çalışınız.” (Emirdağ Lâhikası, 133)
[4] “Güz mevsiminde, sineklerin terhisat zamanına yakın bir vakitte hodgâm insanlar, cüz’î tacizleri için sinekleri itlâf etmek üzere hapishanedeki odamızda bir ilâç istimal ettiler. Benim fazla rikkatime dokunmuştu. Odamda çamaşır ipi vardı. Bilâhare, o insanların inadına, sinekler daha ziyade çoğaldılar. Akşam vaktinde, o küçücük kuşlar, o ip üstünde gayet muntazam diziliyorlardı. Çamaşırları sermek için Rüştü’ye dedim: ‘Bu küçücük kuşlara ilişme, başka yere ser.’ O da kemal-i ciddiyetle dedi ki: ‘Bu ip bize lazımdır; sinekler başka yerde kendilerine yer bulsun.’ ...Hz. Musa (a.s.) onların tacizlerine karşı müştekiyâne, “Ya Rab! Bu muacciz mahlûkları ne için bu kadar çoğaltmışsın?’ deyince, ilhamen cevap gelmiş ki: ‘Sen bir defa sineklere itiraz ettin. Bu sinekler çok defa sual ediyorlar ki: Ya Rab! Bu koca kafalı beşer seni yalnız bir lisanla zikrediyor, bazı da gaflet ediyor. Eğer yalnız kafasından bizleri halk etseydin, binler lisanla Sana zikredecek bizim gibi mahlûklar olurlardı…’” (Lâtif Nükteler, 5)
[5] “Ey hodgâm insan! Sineklerin binler hikmet-i hayatiyesinden başka, sana ait bu küçücük faydasına bak, sinek düşmanlığını bırak: Çünkü gurbette, kimsesiz, yalnızlıkta sana ünsiyet verdiği gibi, gaflete dalıp fikrini dağıtmaktan seni ikaz eder. Ve lâtif vaziyeti ve abdest alması gibi yüzünü gözünü temizlemesiyle, sana abdest ve namaz, hareket ve nezafet gibi vazife-i insaniyeti ihtar eder ve ders veren sineği görüyorsun.” (Lâtif Nükteler, 9)
[6] “...Ne kadar düşündüm: ‘Bunun arkasından mı, yoksa ötekinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim?’ Tahayyürde kaldım... Her birinde ayrı ayrı cazibedar hasiyetler var. Biriyle iktifa edemiyordum. O tahayyürde iken, Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle kalbime geldi ki: ‘Bu muhtelif turukların başı ve bu cetvellerin menbaı ve şu seyyarelerin güneşi, Kur’an-ı Hakîm’dir. Hakikî tevhid-i kıble bunda olur. Öyleyse, en a’lâ mürşit de ve en mukaddes üstad da odur. Ona yapıştım...’” (Mektubat, 356)
[7] “Risale-i Nur, imanî meseleleri lüzumu derecesinde izah etmiş. Risale-i Nur’un hocası, Risale-i Nur'dur. Risale-i Nur, başkalarından ders almaya ihtiyaç bırakmıyor. Herkes istidadı nispetinde kendi kendine istifade eder. Aklınız her bir meseleyi tam anlamasa da, ruh, kalb ve vicdanınız hissesini alır. Ne kadar istifade etseniz, büyük bir kazançtır.” (Sözler, 772)
[8] “Hem daimî hizmetinde olan bir arkadaş Rüştü Efendi, üç okkası beş kuruşa satılan ufak balıklardan güzelce kızartılmış üç tane getirmişti. Bunları Üstad’ımıza yedirmek için ısrar etti. Hem Rüştü Efendi’nin hatırını kırmamak, hem de balıkları sevdiği için yedi. O balık yüzünden beş saat mütemadiyen sancı çekti... Bu sancı başladıktan üç saat sonra Rüştü Efendi’ye dedi ki: ‘Hüsrev’deki paramdan balığın fiyatını al.’ ‘Sancı devam ediyor’ dediği halde balıkların fiyatını almadığı için, iki saat daha devam ediyor. En nihayet dedi ki: ‘Aman parayı al, beni bu sancının verdiği azaptan kurtar!’ Rüştü Efendi balığın fiyatını aldığı dakika, sancı birdenbire kesildi. Biz Üstad’ımızın halinden, vaziyetinden, bu acip hali aynen gördük. İşte Üstad’ımız hakkında, ne ile yaşıyor, diyenler, hatalarını tashih etsinler. Bekir, Refet, Hüsrev, Rüştü” (Barla Lâhikası, 302).
[9] Bir gün Refet Ağabeyin canı yumuşak yağ armudu çekti. Almam için bir miktar para -miktarını unuttum- verdi; manava gittim, fakat verdiği para yetmedi! Yanımdan küçük bir miktar ilâve ettim. Dönüşte Refet Ağabey “Para yetti mi?” diye sorunca mecburen söyledim. Dakikalarca ısrar etti, koyduğum parayı zorla verdi. Hatta, “Hem ağabey diyorsun, hem de sözümü dinlemiyorsun!” diye lâtife de yapmıştı. Gördük ki o, Üstad’ının sıbgasıyla sıbgalanmıştı.
[10] “Şu hiç ender hiç olan kardeşinize, yalnız hizmet-i Kur’an’a istihdamı hengâmında ve o hazine-i bînihayenin dellâlı olduğu bir vakitte, ism-i Rahîm ve ism-i Hakîm mazhariyetine medar bir vaziyet verilmiş. Bütün Sözler, o mazhariyetin cilveleridir.” (Mektubat, 19)
[11] “Kardeşlerimden rica ederim ki, sıkıntı ve ruh darlığından veya titizlikten veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan arkadaşlardan südur eden fena ve çirkin sözleriyle birbirine küsmesinler ve ‘Haysiyetime dokundu!’ demesinler... Ben o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın. Bin haysiyetim olsa, kardeşlerimin mabeynlerindeki muhabbete ve samimiyete feda ederim.” (Uhuvvet Risalesi)
[12] “Aziz, sıddık kardeşim ve hizmet-i Kur’aniyede hakikatli bir arkadaşım Refet Bey! Bu defa istinsah ettiğiniz risaleler çok güzel olmuştur. Senin gayret ve samimiyet ve ciddiyetini bana gösterdiler ve Refet tembel değildir, ispat ettiler.” (Barla Lâhikası, 332)
[13] “Aziz, sıddık, müdakkik, meraklı kardeşim Refet Bey! Sizin gibi hoş-sohbet bir kardeşimi, haksız olarak sual sormamaya ve sükûta davet ediyorum... Çünkü bugün dört saat mütemadiyen kâtibi bekledim ki bir mektup yazacağım, olmadı. Tâ ben yirmi dakikadaki mesafeye gittim. Bağsuyu başında bularak uykusuz yorgun buldum... Kardeşiniz Said Nursî” (Barla Lâhikası, 350)
(bk. Ömer ÖZCAN, Ağabeyler Anlatıyor-I)
***
Mübarek vatan toprakları üzerinde yüzlerce beldede, sulh ceza, ağır ceza mahkemelerinde ve savcılıklarda Risale-i Nurları okuyan masum Müslümanlar muhakeme edilirdi. Bu dâvâları hemen hemen tek başına Bekir Berk Edirne'den Van'a koşarak takip ederdi. Bu işler için ehl-i hamiyet kendilerine İstanbul-Beyazıd-Çarşıkapı'da Kiğılı Pasajında, ikinci katta geniş bir daireyi tahsis etmişti.
Zannediyorum 1964-1965 senelerinde merhum yüzbaşı Refet Barutçu koynunda bir yığın Üstad Bediüzzaman'dan Nur Mektupları olduğu hâlde mezkûr daireye gelmişti. Bu mübarek mektupları tek tek, salavat getirerek, dualarla Nur Davalarının yorulmaz avukatı Bekir Berk'e vermişti.
Yıllar sonra bu aziz mektuplar yirmi bir parça halinde "Barla Lahikaları" ismindeki Nur şaheserlerinin mektuplar ve lahikalar kitabında neşredilmişti.
Bu Nur yolunun hakikat kahramanı Yüzbaşı Refet Bey, Beşiktaş'taki Vişnezade camisinde imamlık yapıyordu. Sık sık Süleymaniye semtindeki Kirazlı Mescid Sokak 46 numaralı nur dersanesine gelirdi. Burada bizlere anlattığı hatıraları not olarak yazdığım defterleri ,bugün bile aziz bir hatıra ve yadigâr olarak saklamaktayım. Belki de "Şâhitler'in Dilinden" gayretimizin ilkini merhum Refet Barutçu Bey teşkil etmektedir.
Refet Barutçu'yu dinlerken
Emekli Yüzbaşı Refet Barutçu l886 senesinde İstanbul-Beykoz'da dünyaya gelmişti. Emeklilik günlerinde Beşiktaş-Dibekçi-Vişnezâde camiinde imamlık yapmıştı. Üstad Bediüzzaman'la beraber l935 Eskişehir, l943 Denizli, l948 Afyon hapishanelerinde birlikte bulundu. l975 Şubat başlarında Ankara'da doksan yaşın eşiğinde vefat etti. Karşıyaka mezarlığında defnedildi.
Emekli Yüzbaşı Merhum Refet Bey'i, on yıl gerek İstanbul'da, gerek Ankara'da müteaddit defalar ziyaret edip, uzun uzun hatıralarını dinlemiştik. Çok tatlı bir anlatışı vardı. Hoş sohbet ve tatlı dilli bir zattı. Doksan yılı bulan uzun bir ömür sürdü. Son yılları yaşlılığın ve hastalığın elemi ile geçti. l964-1965 ders yıllarında Vefa Lisesi günlerimin aydınlık anları Yüzbaşı Refet Barutçu'yu dinlediğim zamanlar olmuştur.
l969 yılında ise Avukat Bekir Berk Bey'in yazıhanesinde rahmetli Mustafa Polat'la onun hatıralarını uzun uzun dinlemiştik. Yaşadığı hadiseleri öylesine canlı ve duygulu anlatıyordu ki, insan ister istemez o günleri kendisi ile birlikte yaşıyor. Kendisi yaşıyor ve bize de yaşatıyordu. Burada hep Hz. Mevlana'nın "Yanmayan yakamaz" diye buyurulan ölümsüz vecizesini düşünürdüm.
Arada bir titreyen elleriyle gözlüğünü takıyor, çıkarıyor; gayet canlı jest ve mimikle bizi 35-40 yıl evveline götürüyordu. Uzun yılların kırıştırdığı ve iman nuru ile yoğurduğu siması, bembeyaz sakalı, açılan tepesinin etrafındaki pamuk yumağı halindeki saçları onun tam bir Osmanlı Efendisi olduğunu gösteriyordu.
Risale-i Nur Refet Beyin gaye-i hayali idi
Refet Bey, Kur'ân ve imana hizmet etmeyi hayatının en büyük gayesi sayıyor, bu gayesini şöyle ifade ediyordu:
"Bugün Boğaziçinde, Kavaklarda oturan bir genç kendisine Kur'an öğretmemi istese veya Üstadım Bediüzzaman'ın bir küçük risalesini istese, her gün Beyazıd'tan oraya gider gelirim."
Kendisi bu fikirlerini her zaman tatbik eden bir insandı. Bir çok masumların Kur'ân öğrenmesine çalışmıştı. Yine kendisi gibi aramızdan ebediyete intikal eden Dr. Sadullah Nutku'ya da ilk defa Nur Risalelerini veren kendisi idi. Dr. Nutku Beye verdiği Haşir Risalesini kendisine okutarak ve sık sık sual sorarak anlamasını ve nurlardan lezzet ve feyz almasını temin etmişti.
Refet Bey eski hatıralarını anlatırken yüz hatları birden bire değişmişti, şu yakıcı ve tesirli sözleri hâlâ kulaklarımda çınlıyor:
"Hayır... Hayır. Onsuz dünya yaşanmıyor. O gitti gideli dünya yaşanmaya değmiyor. Bizi yetim bıraktı. O gitti bizler öksüz kaldık."
Refet Bey şimdi özlediği âleme gitti. Ve dostlarına kavuştu. Başta Resulullah (a.s.m.) bütün sevgililerin bulunduğu diyar... Bahtiyar Refet Bey aramızda ve dünyamızda hoş bir sada bırakarak, arzuladığı sevgililerin beldesine gitti."
"Üstad'ı ilk görüşüm"
Merhum Üstad Bediüzzaman'ı ilk defa nerede ve ne zaman gördüğünü sormuştum. Gözlüğünü eline aldı ve başladı anlatmaya:
"l92l'lerde idi sanıyorum, Beyazıt'ta Yüzbaşı Ziya Beyler beraber sahafları gezerken, Abdurrahman Nursi tarafından kaleme alınan pembe kaplı küçük bir kitap gördük. Bu kitabı merakla karıştırdık. Kitap Bediüzzaman Said Nursi'nin hayatını anlatıyordu. İyice hatırlamıyorum, beş kuruş mu ne, verdim ve kitabı satın aldım. O akşam ilk işim bu kitabı okumak oldu. Kitabı okuyup bitirince büyük bir şahsiyetle, kurtarıcı bir ruhla karşı karşıya olduğumu hissettim.
"Bu hadiseden ne kadar sonra idi bilemiyorum. Yine Ziya Beyle Beyazıd civarına gitmiştik. Ziya bey Diyarbakırlı olduğu için Üstadı işitmiş ve görmek arzu ediyordu. Namaz vakti gitmiştik; biz de namaz için camiye girdik. Namazdan sonra camide Kur'ân dinliyorduk, bu sırada kulağıma doğru eğilen Ziya Bey 'İşte.... işte...' diye birisini gösteriyordu. 'Kim?' deyince: 'İşte, işte Bediüzzaman' dedi. Gösterdiği tarafa baktım, heybetli bir zat diz üstü oturmuş, ellerini birbirine kavuşturmuş, başını eğmiş, huşu içinde okunan Kur'ân'ı dinliyordu. O oturuş, o dinleyiş, ne hâl idi anlayamadım. Hâlâ o tesir altındayım. O an, hayatımın en unutulmaz tatlı bir levhasıdır. Öyle bir dinleyişi vardı ki, saadet asrından gelen Kur'ân sadasını dinliyordu sanki...
"Kur'ân bitti, ben pür dikkat takip ediyordum. Hattâ şurası da hayretimizi mucip oldu. Yalın ayak namaz kılacakken çizmeleri ile kıldı. Elinde çizmelerin üzerine giydiği lastikler olduğu halde etrafını tetkik ederek camiden çıktı, kapının perdesinin kapanmasıyla gözden kayboldu. Arkasından baka kaldım.
"Ben mimi cimi bilmem"
"Bu hadiseden on yıl geçmişti. l930 yıllarında idi. Isparta'da şube reisi olan eniştemin yanında bulunuyordum. Her gün kütüphaneye gidiyordum. Medresede okumuş bilgili bir zat olan kütüphanedeki memurla âlimler mevzuunda görüşürken sözü Bediüzzaman'a getirdim. Çok büyük bir âlim olduğunu, kendisini Mütâreke yıllarında tanıdığımı, fakat şimdi nerede olduğunu bilmediğimi ifade ettim. Memur arkadaş Bediüzzaman Hoca Efendi'nin Barla nahiyesinde olduğunu söyleyince heyecanlandım. 'Allah Allah, ben o zatı mütareke yıllarından tanırım, hemen ziyaretine gideyim.' dedim. Bunun üzerine bazıları görüşmenin mümkün olmadığını ifade edince 'Kapısında bu şahısla görüşmek yasaktır yazısı var mı?' dedim. 'Yok' dediler. 'Öyleyse ben giderim.' 'Aman gitme, sonra seni mimlerler' dediler. Bu sözler çok garibime gitmişti. Ne demek istiyorlardı. 'Ben mimi cimi bilmem. Öyle şeylere metelik verenlerden değilim.'
"O ganiyem ki, bu bazar-ı cihanda feleğe,
Metelik vermem için bende bozukluk yoktur." dedim.
"Ziyaretçileri Üstad'la görüştüren Bekir Ağa diye bir zatı buldum. İki at temin etti. Barla'ya doğru yola çıktık. Bağ ve bahçelerden geçerek gidiyorduk. Yollarda köylüler bizim Barla'ya gittiğimizi anlıyor: 'Hoca'ya selam söyleyin!..' diye bağırıyorlardı. Saatler süren uzun bir at yolculuğundan sonra Barla'ya geldik. Hemen Üstad'ın evine indik. Bize Üstad'ın Paşa kayasına (Karakavak) gittiğini söylediler. Hemen ayağımızın tozu ile Paşa Kayasına gittik. Barla'ya yirmi dakikalık bir mesafede, bol suları, bahçeler arasındaki bu mevkide Üstad beyazlar içinde çay pişirmeye çalışıyordu. Hürmetle varıp ellerini öptük. Daha önce ziyaretine gitmeden l93l'de Isparta'dan kendisine mektup yazmıştım. Beyazıd'da ilk defa uzaktan gördüğümü ifade etmiştim. Bana gönderdiği cevabî mektubunda: 'Kardaşım, ben sizi tâ o zamanlarda talebeliğe kabul etmiştim.' diyor; ben mektupta askerliğimden hiç bahsetmediğim halde, bana 'Ben sende asker ruhu görüyorum' diyordu. ilk ziyaretim bu şekilde olmuştu."
"Ben sizi uğurlamalıyım"
İlk ziyaretini bu şekilde anlatan Refet Bey, bir başka ziyaretini de şöyle ifade ediyordu:
"Tenekeci Küçük Mehmet Efendi ile bir de oğlum Bedreddin yanımda olduğu hâlde Isparta'dan İslam köyüne kadar vasıta ile oradan da Barla'ya yaya olarak gitmiştik. Ziyaretimiz esnasında konuşurken bizim yaya olarak geldiğimizi anlamıştı.
'Madem bu kardaşlarım benim için yorulmuşlar, ben de alâküllihâl sizi Karaca Ahmed Sultan'a kadar teşyi etmek mecburiyetindeyim.'
deyince biz onun nezaketi karşısında mahçup olmuştuk. 'Aman efendim nasıl olur?' dedik. Çok rica ederek bu fikrinden vaz geçirdik. Yoksa bizi Karaca Ahmed'e kadar yolcu edecekti."
"Üstad bize çay getiriyordu"
Onun bu nezaket ve tevazuunu hayranlıkla anlatan Refet Bey, l934 senesinde Isparta'da Ada Kahvesi denilen bir mahaldeki bağ içinde iki katlı bir evde bulundukları bir sırada cereyan eden başka bir hatırasını da şöyle anlatıyordu:
"Hüsrev Altınbaşak ile birlikte Nur Risalelerini yazarak çoğaltıyorduk. Üstad da üst odada idi. Bir ara kapı tıkırdadı ve açıldı. Bir de ne görelim, Üstad Hazretleri elindeki bir çay tepsisinde iki bardak çayla içeri girdi. Biz heyecan ve mahcubiyetle; 'Aman Üstadım' diye fırlayıp elinden tepsiyi almak istedik, elini kaldırarak 'Yo, yo, ben size hizmet etmeye mecburum' dedi. Aman Yarabbi bir de mecburiyet ekliyor. Bu ne tevazü, bu ne nezaket... Ben bu nezaket ve tevazüyü ne Mekteb-i Âliyede, ne Mekteb-i Harbiyede, ne de ailemde hiçbir yerde görmedim."
"Ben sizi bulmasaydım ne yapardım?"
Bu sözleri söyleyen Refet Bey'in kendisi, Osmanlı terbiyesi görmüş bir İstanbul Efendisi idi.
"Kur'an hakikatlerinden okuyor ve yazıyorduk. Çok istifade ediyorduk. Bu istifademizi ifade için bir gün kendisine 'Biz sizi bulmasaydık ne yapardık Üstadım.' dedik. O yine yüksek tevazuundan bize cevaben: 'Ben sizi bulmasaydım ne yapardım?.. Siz beni bulduğunuza bir sevinseniz, ben sizi bulduğuma bin sevinmeliyim.' diyordu."
"Üstad'ın namaz kılışı"
"Üstad namaz vakitlerini hiç geçirmez, vakit girince hemen namazını eda ederdi. Kendisi namaza dururken biz arkasında çok heyecanlanırdık. Heybet ve huşû içinde huzura bir girişi vardı ki, tarifi mümkün değil, 'İlâhi Ya Rab!.. İlâhi Ya Rab!... İlâhi Ya Rab!... Allahu Ekber!' diyerek sarsılır ve haşyet içinde sallanarak, süratle namaza girerdi. Biz arkasında korkardık, ürperirdik."
Denizli beraeti
Emekli Yüzbaşı Refet Barutçu Bediüzzamanla birlikte l935'te Eskişehir, l943'te Denizli, 1948'de de Afyon hapishanelerinde beraber bulunmuş, o acı ve ızdıraplı günleri beraber yaşamıştı. Sonunda masumiyetleri anlaşılınca beraat etmişlerdi. Merhum Yüzbaşı Denizli beraetinden sonra yedek zabit olarak vazife yaptığı birliğe gitmiş, yüzbaşı üniformasını kuşanmış, on beş gün izin almış. İznini resmi elbisesi ile Isparta'nın her tarafını ziyaret edip Nurlardan kimsenin zarar görmediğini ifade ederek kutlamıştı. Eskişehir'e götürmek için Isparta'dan Merhum Üstad Said Nursi ile birlikte yüz yirmi talebesini ikişer ikişer kelepçelemişlerdi.
Yüz yirmi kişiye kelepçe kâfi gelmediğinden Sarıklı Antalya Müftüsü Çil Ahmet Efendi ile Bekir Ağayı çamaşır ipiyle bağlamak isteyen çavuşa, muhafız alayından gelen Jandarma subayı Mülazım Ruhi Bey, "Çekil oradan" deyip mani oluyor ve elleri bağlı olmadan götürüyor. Daha sonra da Baladız istasyonunda diğer maznunların da kelepçelerini açarak yola öyle devam ediliyor. Namaz vakitlerinde mola verdiriyor. Yol güzergâhındaki şehirlerden geçerken merkez kumandanlarına ve vazifeli kimseler maznunlar hakkında izahatta bulunarak: "Bunlar masumdur, zulme maruz bırakılmış kimselerdir." şeklinde konuşmalar yapıyor.
Bu hatırayı gülerek anlatan Refet Bey, bize Bediüzzaman'ın bir eserinde "Çok çocuk oyuncaklarına şahit olarak gülerek ağladık" ifadesini hatırlatmaktadır.
"Ramazan'a ait"
Refet Bey yapılan zulüm ve haksızlıklara misal olarak size bir hatıra anlatayım demiş ve şöyle devam etmişti:
"Isparta'da ani yapılan baskın ve araştırmalarda ele geçirilen Risale ve mektuplar arasında bir kitabın üzerinde 'Ramazan'a aittir' diye bir yazı vardı. İslam yazısını okuyamadıkları için, kimdir bu Ramazan diye aradılar, taradılar, nihayet Isparta Atabey'in köylerinden Ramazan isimli bir vatandaşı da ellerini bağlayarak Eskişehir hapishanesine yolladılar. Aradan iki ay geçtikten sonra kitabın Ramazan Efendiye ait değil, Ramazan ve orucun hikmetlerini anlatan Bediüzzaman'ın Ramazan Risalesi olduğu anlaşıldı. Mazlum ve masum Ramazan Efendi tahliye edildi. Hapishanede Bediüzzaman tebessüm ederek 'Kardaşım Ramazan hakkını helal et' diye Ramazan'ı teselli ederdi" diyor Refet Barutçu.
İhtiyarlar Risalesi'nin yazılışı
Merhum Refet Bey l934'de Isparta'da Nur Risalelerinden İhtiyarlar Risalesinin telifi esnasında Bediüzzaman'ın yanında bulunduğunu söylüyor ve telifi şöyle anlatıyordu: "Biz Üstadımızın yanında iken her zaman kağıt kalemi yanımızda bulundururduk. Bir gün bizi çağırdı ve 'Yirmi Altıncı Lem'a ihtiyarlar hakkındadır. Yirmialtı ricayı ihtiva eder. Birinci rica' diye yazdırmaya başladı. Beş altı rica yazdırdı. Öylece kaldı. Aradan bir müddet geçti, bu arada diğer risalelerden bazı parçalar yazıldı. Yine bir gün bizi çağırarak, kaldığı yerden hiç sormadan 'Nerede kalmıştık, biraz okuyun' gibi şeyler demeden, yine söylemeye başladı.
Eserleri ilham-ı ilahi idi
"Her zaman erkenden yanına, hizmetine gidiyordum. Bir gün biraz geç kalmıştım. Yanına girdiğimde, 'Kardeşim biraz erken gelseydin (yanındaki Kadı Zeynel Efendi'yi göstererek) bu zata verdiğim ders Kader Risalesine güzel bir zeyl olurdu.' dedi. Onun kadere dair suallerini cevaplamış, kader mevzuunda ona ders vermişti. Biz bütün bunlardan anlıyorduk ki, onun eserleri ilham-ı ilâhi ve sünuhat olarak kalbine doğuyordu. O da ancak o zaman yazdırıyordu.
***
"Latin yazısı çıkmazdan az evvel basılan Haşir Risalesi etrafa yayılıyor. Dalkavuk bir adam bu risaleden bir tane alarak valiye götürüyor. Vali, "Tam ne zamandır benim aradığım eserdir' diyerek alıyor."
Üstad'ın ders arkadaşları imamlar
"Isparta'nın Barla nahiyesinde bulunduğu bir zamanda, bir arkadaşımla ziyarete gitmiştim. Bir müddet görüştükten sonra Üstadımıza şu suali sordum: 'Efendim Risale-i Nur'un bir nüshasında "Nakşi Üstadım İmam-ı Rabbanî ve Kadiri Üstadım Şeyh Abdülkadir-i Geylani", diyorsunuz. Diğer bir nüshasında "Üstadım Kur'an'dır, başka üstadım yoktur.", buyuruyorsunuz. Hangisinin doğru olduğunu öğrenmek istiyorum.' dedim ve şu cevabı aldım:
'İmam-ı Rabbani ile Şeyh Abdülkadir-i Geylani eski Said'i yeni Said'e çeviren Üstadlardır. Bugün Kur'an-ı Hakimin huzurunda ders arkadaşlarımdır.'
dedi ve meseleyi tamamen anladım. Üstadımızın bu büyük makamının anlaşılması dolayısıyla, sonsuz bir zevk-i manevi ile elini öperek yanından ayrıldım.
"Siz cennette yaşıyorsunuz"
"l934 senelerinde Isparta'daki evde Hüsrev Efendi ile kalıyorduk. Kapı çalındı. Ben üst kattan baktım. Isparta'nın meşhur zenginlerinden, yaşlı Hacı Patlak diye söylenen bir zat... Ben gelen zatı Üstadımıza haber verdim. Üstad: 'Kardeşim yaşlı bir zat, zahmet etmiş, gelsin. Fakat ruhum sizinle ünsiyet etmiş, yabancı birisiyle beş dakikadan fazla oturamıyorum.' dedi. Ben misafire kapıyı açtım. Üstadımızın kendisini kabul ettiğini, fakat beş dakikadan fazla görüşemediğini, eğer sohbet ederse, görüşmenin devam etmesini, eğer susar konuşmazsa müsaade isteyip ayrılmasını, şayet 'safa geldin' derse o sohbetin bittiğini, ifade ettiğini etraflıca anlattım. Hacı Patlat ise, 'Yok efendim, beş dakika değil, bir dakika bile değil, sadece elini öpeyim o kadar!' demişti.
"İçeri girdi. Üstad sohbet etmeye başladı. Bir ara 'Ben seni fakir kabul ediyorum.' buyurdu.[1]
"Üstad'ın sohbeti bir kaç defa bitti. Susup misafirin gitmesini bekliyor, gitmeyince yine sohbete mecburiyetle devam ediyordu.
Üçümüz de saç ayağı şeklinde oturuyorduk. Saatımı cebimden çıkarıp, Hacı Efendiye doğru tutuyordum. Neden sonra Hacı Patlak Efendi bana doğru bakınca, kalkmasını işaret ettim. Bu işaretimden sonra Hacı Efendi müsaade isteyip ayrıldığı zaman, 'Birader siz cennette yaşıyorsunuz. Onun için bu tatlı, huzurlu, lezzetli ve feyizli halden ayrılamadım.' demişti.
Üstad'ın sineklere şefkati
"Üstad hayvanlara karşı da çok şefkatliydi. Sinekleri biz dışarıya kovmaya çalışırken, soğuk diye buna razı olmuyordu. 'Bunların zaten ömrü az kaldı, yarın bunlar ölecekler. Bunlar benim gece arkadaşlarımdır.' diyordu. İlaçların sıkılmasını da hiç istemiyordu."
"Bize âlim demezler"
l952'de Gençlik Rehberi mahkemesi için Üstad Bediüzzaman İstanbul'a gelmiş, Sirkeci'de Akşehir Palas'ta kalıyordu. Bir çok tanınmış şahsiyetler Üstad'ın ziyaretine geliyordu. Bu ziyaretlerden birisine şahit olan Refet Bey bu hatırasını da şöyle anlattı:
"Üstad otelin odasına, gelen ziyaretçilerle görüşüp konuşmak için döşeli bir vaziyet verdirmişti. Bir gün Urfa'lı hem vaiz, hem de avukat olan meşhur Mahmud Kâmil Bey ziyaretine gelmişti. Bu zat Beyazıd camiinde haftada bir gün bir saat ders veriyordu. Cami tıklım tıklım doluyordu. Mahmud Kâmil Bey Üstad'ın karşısına oturmuştu. Görünüşü çok heybetli, uzun boylu ve müşekkel bir zattı. Sohbet esnasında bir ara Mahmud Kâmil: 'Efendim, ben sizin Van'da bulunduğunuz sırada Urfa'da talebeydim, sizden ilm-i beyan hususunda ders almak istiyordum.' dedi. Üstad ona iltifat ederek, 'Ben bu kardeşime ders verecek iktidarda değilim,' deyince, o heybetli vücuduyla bir anda yere atlayan Mahmud Bey, Üstad'ın ayaklarına kapandı. Sonra Üstad: 'Risale-i Nur hepimize ders veriyor, Onun dersini beraber dinleyelim.' diyerek, orada bulunan bir üniversite talebesine Sözler Mecmuasındaki Hüve Nüktesini okuttu. Bazı yerlerini de kendisi izah etti. Dersten sonra hayretini etrafındakilerden gizleyemeyen Mahmud Bey; 'Bize âlim demezler; işte âlim bu eserin sahibine derler.' dedi."
Yüzbaşı Refet Barutçu Bey de her fani gibi ebediyete intikal etti. Fakat Onun hizmetleri, hatıraları aramızda daima yaşayacaktır. Toprağa düşen bir tohum gibi, Refet Bey toprağa girdi. Hizmetleri, himmetleri sümbüllendi; çiçek çiçek yeşillendi, nesiller yetiştirdi. Cenab-ı Hak ruhuna binler rahmet yağdırsın. Âmin.
Refet Barutçu merhumun l975 Şubat'ında Ankara'da vefatı üzerine Seyfünnur Özcan kardeşimiz "Hüsran'a Cevab" başlığı altında şu mısraları yazıp neşretmişti:
Hüsran'a Cevap
(Refet Ağabey'e)Sen böyle bakıp, durmuyorsun dili bağlı
İslâmı uyandırmak için haykırıyorsun
Gür hisli, gür imanlı beyninle
Coşuyorsun artık ümidinle
Ey Akif diyorsun:
"Haykır kime, lakin? hani sahiplerin yurdun"
Sağa da baksan, sola da baksan...
Çıktı Nur yolcusu sahibidir yurdun,
Elleri çıkaracak şüheda, toprağından.***
Feryadının naşını tutarak gömdüğün şiirinden,
Bin parçasını çıkardı göğsünden.
Seller gibi eninin bu asrı sarmış.
Gizli inen yaşın gençliği uyandırmış.
Safahat çınlatıyor gök kubbesini.
Arıyor gençlik ceddinin sesini.
Ey Akif!... Ey şüheda!..
Geliyor kucağına müjdeci yolcular..
Nur yolcusu, Hak yolcusudur bunlar.
Nurla binlerce safahat yaşatırlar.
Ceylan, Zübeyr, Aliler, Mustafalar.
Sadullah ve Refet Ağabeyler
Bakın, kafileye katıldılar.
(Seyfünnur Özcan/TRABZON)
[1] Sonradan merhum Tahiri Mutlu Ağabeye bu hatırayı nakledişimizde, o meşhur ve çok zengin olan Hacı Patlak iflas etmiş. Vefat ettiği zaman belediye tarafından cenazesi kaldırılacak derecede fakr-ı hale mâruz kaldığını ifade etmişlerdi. (Abdülvahid Mutkan)
(Son Şahitler kitabının, birinci cildinden derlenmiştir...)