TÂHİRÎ MUTLU
YİRMİNCİ ASRIN tam başında, 1900 senesinde dünyaya teşrif eden Tahiri Ağabey, Isparta Atabeylidir. Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Kahraman Tahiri,” iman kurtarma davasının sarsılmaz ve yanılmaz bahadırlarındandır.
Üstad’ımızın bütün vasiyetlerinde vâris olarak adı geçen Tahiri Mutlu Ağabey, Hz. Bediüzzaman’la beraber Denizli ve Afyon Hapishanelerinde aynı çatı altında yatmıştır. Tahiri Ağabey, Risale-i Nur’un el yazısıyla çoğaltılma dönemlerinde, parmaklarını matbaa tuşları gibi çalıştırarak yazdığı binlerce nüshayı, iman hakikatlerine susamış muhtaçların manevi imdadına göndermiştir. Vefatlarına kadar hayatı ya “medrese-i Nuriye”lerde veya “medrese-i Yusufiye”lerde geçmiştir. 3 Nisan 1977’de İstanbul’da vefat etmiştir. Mezarı İstanbul Eyüp Sultan Kabristanı’ndadır. Mübarek cenazesinin kaldırılma safahatını başından sonuna kadar takip etme imkanımız olmuştu. Ayrıntılı olarak anlatımı gelecek…
Tahiri Mutlu Ağabey çoluk çocuğuyla beraber, bütün dünyevî varlığını, bağını bahçesini hizmet yolunda sarf etmiştir. Risale-i Nur’da muhtelif vesilelerle bu fedakarlık şöyle teyit edilmektedir:
“Bizi ve Kastamonu şakirtlerini kıyamete kadar minnettar eden ve müstesna kalemiyle Risale-i Nur’un hemen umumunu bu havaliye yetiştiren, evlât ve peder ve valideleri ve refikası ile Risale-i Nur’a hizmet eden kahraman Tahiri kardeşim!” (Kastamonu Lâhikası, 258)
“Tahiri’nin Denizli hapsinde unutulmaz halisane hizmetiyle ve Nurlara sarsılmaz sadakatiyle ve yanılmaz zekâvetiyle ve çekilmez bahadırlığıyla, daire-i Nur’da ehemmiyetli makamı için bütün bu defaki mektubunu lâhikaya geçirdik. Başta Nur’un şakirtlerinden validesi Zübeyde olarak, akrabasına ve rüfekasına selâm ederim. Cenab-ı Hak onlardan ebeden razı olsun! Âmin…” (Emirdağ Lâhikası-I, 161)
Bayram Yüksel Ağabey “Bir kabahatimizden dolayı Üstad hiddetlendiği zaman biz önce Tahiri Ağabeyi gönderirdik. Üstad da, ‘Tahiri’nin hatırı için sizi affettim!’ derdi...” diye anlatırdı bizlere.
Tevruz Apartmanı’nda Tâhirî ağabeye yaptığımız ziyaretlerde kendisini daha yakından tanıma imkanımız oluyordu. Şöyle: “Tahiri Ağabey daima Kur’an hurufuyla yazılan risalelerden okurdu. Bir gün bize, ‘Üstad bana ve Hüsrev’e yeni harfi yasakladı’ demişti. İşin sırrını, Üstad’ımızın Şualar’daki bir mektubunu okuyunca anladık:
“‘Kardeşlerim! Yeni hurufla yazdığınız iki mesele, cidden tesirini gösterdi. Birinci, İkinci, Üçüncü Meseleleri de yazılsa çok iyi olur. Fakat Hüsrev ve Tahiri gibi kalemleri, Kur’an’a ve Kur’an hattına mahsus ve memur olmalarından bana endişe verir. Başkalar yazsalar daha münasiptir.’ (Şualar, 304)
“Bir gün Kocamustafa Paşa, Tevruz Apartmanı’nda arkasında ikindi namazı kıldık. Hiç düşünmeden imamlık yaptığı seccadeyi katlayıp bir köşeye atıverdim. Tahiri ağabey gülerek, o muhteşem gür sesiyle, ‘Keçeli! O, Üstad’ın seccadesidir, niye atıyorsun!’ diye ikazda bulundu. Her hareketi, her tavrı, ‘Üstad’a sadakat’ ölçüsünün işaretlerini taşıyordu. Tahiri Ağabey, Üstad’ımızın duasıyla kendi makamını bilmeyen velilerdendi...”
“Tahiri Ağabey pek hatıra anlatmaz, biz de fazla soramazdık. Fakat diğer ağabeyler ve yakınında bulunanlar, destanımsı hizmetlerini hep anlatırlar. Elimizde ses kayıtları da var. Bu kayıtlar Tahiri ağabeyi anlatabilmek için en sağlam, en temel kaynaklarım olmuştur. Kısa bir video görüntüsü de var arşivimde.
İşte Tâhirî Mutlu Ağabey:
“Tahiri’yi Lütfi’nin yerine kazanalım”
Sav kahramanlarından Hasan Kurt Ağabey şöyle anlattı:
“Atabey’de Lütfi Ağabeyin vefatından sonra İslamköylü Hafız Ali Ağabey ‘Lütfi’nin yerini Tahiri doldurur, Tahiri’yi onun yerine kazanalım’ diye hususî alâka göstermiş ve Tahiri Ağabey bu şekilde hizmete dâhil olmuş...” Hafız Küçük Lütfi ve Tahiri Mutlu ikisi de Atabeylidir ve aynı yaştadırlar. Üstad Hazretlerinin çok yerlerde Tahiri Ağabeye ‘Lütfi’nin halefi’ diye bahsetmesinin sebebi de budur:
“Mehmet Tahiri, Küçük Lütfi’nin hayrü’l-halefi ve Atabey’in kahramanı, bu havaliye nurlu ve güzel hediyeleri çok kıymettardır.” (Kastamonu Lâhikası, 85)
“Tahiri, dünyada kendisini bilmesin”
Bayram Ağabey, Tahiri Ağabeyi bize şöyle anlatmıştı:
“Ben, Üstad’ın Tahiri Ağabey gibi hiçbir ağabeyden bahsettiğini duymadım. Üstad, ‘Tahiri, dünyada kendisini bilmesin’ diyordu devamlı... Üstad bir gün, ‘Tahiri!’ dedi. ‘Buyur efendim!’ ‘Azıcık kendini bilmek ister misin, bu hizmette istihdam olunmanı mı istersin?’ ‘Aman efendim, aman efendim! Ben kendimi bilmek istemiyorum, istihdam olunmamı istiyorum’ demişti. Allah razı olsun! Yani Tahiri Ağabey gibi Nur talebeleri, dua musluğu idi. Böyle bilhassa fedakâr ağabey ve kardeşlerimize, yani Nur talebelerine öyle dua ederdi ki, Peygamber’den (a.s.m.) sonra bütün Nur talebelerine teker teker dua ediyordu. Ve ondaki fedakârlık hiçbir kimsede yoktu...
“Tahiri Ağabey her şeyini satıp hizmete kullandı”
Bayram Yüksel: “Üstad hava almak için umumiyetle her gün gezerdi. ‘Ben gıdasız yaşayabilirim, yemek yemeden yaşayabilirim, ama havasız yaşayamam’ derdi. Bunu her gün söylerdi. Hatta soba yaktık mı hemen pencereleri açar, havalandırırdı. Üstad’ın dizleri ağrıyordu, çok rahatsız oluyordu; dizlerini ovalardık. İşte o zaman bakardık, Tahiri Ağabey bir cip veya bir fayton almış gelmiş... Üstad, ‘Evlâtlarım, şuraya da gidelim. Şu tepeye de gidelim derdi. ‘Ama Üstad’ım, benzinimiz yok!’ derdik. Bizi hiç sıkmadı Tahiri Ağabey. O anda ne kadar tarlası varsa satıp satıp hizmete vermişti.
“Biz Isparta’ya vardık, başka kimsemiz de yoktu. Sonra bana bir gün, ‘Ahi, ahi! Damatlara mı kalacak? Allah onların rızkını verir’ dedi. Hakikaten bir evi kalmıştı, onu da sağlığında Kur’an’a verdi. En bahtiyar o, her şeyini verdi hizmete. Allah razı olsun! Hiçbir günden bir güne Üstad’a ‘Olmaz efendim’ yoktu. Hiç kat’iyen demedi. ‘Tahiri!’ dendi mi ‘Tamam efendim!’ derdi. Onun için Üstad ‘Yâ Rabbi! Tahiri kendini bilmesin’ diyordu. Mükerrer defa, belki en aşağı yirmi sefer duymuşumdur. Hiçbir ağabey hakkında duymadım böyle...”
Kalemi matbaa gibi çalıştığı gibi, tab işleri de…
O tarihlerde Türkiye’de iki adet “teksir makinesi” vardı. Birisi İnebolu’da, Selahattin Çelebi tarafından gönderilmiş ve babası Ahmet Nazif Çelebi’nin evinde faaliyet gösteriyordu.
Diğeri ise Isparta Sav’da İbrahim Gül Ağabeyin evinde idi. İşte bu ikinci makineyi Tahiri Ağabey İstanbul’dan getirmişti:
“...İşte bu âli mahkemenin, Temyiz’in yüksek tasdikiyle kat’iyet kesbeden hükmüne istinaden, iki sene evvel İstanbul’dan teksir makinesi ve kâğıt alarak Isparta’ya getirdim.” (Şualar, 542)
Tahiri Ağabeyin kalemi matbaa gibi çalıştığı gibi, bazı dönemlerde de teksir ve matbaalarda tab hizmetleriyle alâkadar olmuştu:
“Elinizde olan üç mecmuadan ikisini kardeşim Hüsrev Altınbaşak yazdı. Birisini de ben yazdım... Evvelâ Zülfikâr/Mucizat-ı Kur’aniye ve Ahmediye mecmuasını bastık. Bunu kısmen sattık.
“Hâsıl olan parasından Asâ-yı Mûsâ mecmuasının kâğıdını da satın aldım, getirdim. Sonra Asâ-yı Mûsâ mecmuasını bastık, bunu da sattık. Sonra Siracü’n-Nur mecmuasının kâğıdını alıp bastık. Bu müddet, bir sene devam etti.” (Şualar, 542)
“Tahiri’nin Hizbü’l-Ekber ve Virdü’l-Azam’ı tab için İstanbul’a gitmesini bütün ruhumuzla onu tebrik ve muvaffakiyetine dua ediyoruz.” (Kastamonu Lâhikası, 143)
Sahaflar’da İşaratü’l-İ’caz ve matbu Lemaat
Tahiri Mutlu Ağabey Anlatıyor:
“Üstad Hazretleri, Risale-i Nur’da olan ayetleri 155 sayfaya yakın olarak yazdırmış, gönderdi Isparta’ya... Isparta’da Hafız Efendi yazdı evvelâ, sonra biz yazdık ikinci olarak... Başta Fatiha, Sure-i Bakara... Ondan sonra, Kur’an-ı Azimüşşan’ın 25. sahifenin son satırından başlar ki, bunu yazmış göndermiş.
“1942 senesinde İstanbul’a geldik, biz bunu burada tabettirdik elhamdülillah. O sene ben 45 gün kaldım İstanbul’da. Ekmeğin de kıt senesi, yok ekmek... Kaç para verirsen ver, ekmek yok... Belediyeden karnen varsa ekmek var. Ben de sabahleyin kalktım mı ilk belediyeye gidiyorum, karnemi imzalattırıyorum, ondan sonra vazifem neyse onunla meşgul oluyordum...
“Bu arada Sahaflar’a gidip ben kitap soruyorum, ‘Bediüzzaman’ın eserlerinden var mı?’ diye. Derken birer tane İşaratü’l-İ’caz ve matbu Lemaat buldum. Sonra vapurla önce Zonguldak, ertesi gün İnebolu, daha ertesi gün Kastamonu’ya vardık elhamdülillah. Üstad bizi kabul etti, yanına girdim, ben kitapları gösterdim. Lemaat’ı görünce çok sevindi. İşaratü’l-İ’caz varmış yanında, hatta kendisininkini bize verdi, bizimkini kendine alıkoydu. Lemaat’a çok sevindi, o zaman Mevlâna Halid Hazretlerinin cübbesini giydirdi bize…
Tahiri Ağabey Eski Said’in Lemaat risalesini İstanbul Sahaflar Çarşısı’nda bulup Üstad’ımıza getirince. Nüshası elinde olmayan Üstad’ımız pek çok memnun oluyor ve diyor:
“...Şimdi en mühim bir parça, yirmi sene evvel tabedilen Lemaat’ta gördük. Onun da Mucizat-ı Kur’aniye zeyilleri içine derci pek münasip görüldü. Kahraman Tahiri’nin bana getirdiği bir nüsha Lemaat’ı çok kıymettar gördüm.” (Kastamonu Lâhikası, 153)
“Elhak Tahiri’nin de Lemaat hediyesini pek çok kıymettar gördük. İnşaallah bu havalide ona çok sevap kazandıracak, tam bir Lütfi’dir. Allah muvaffak eylesin.” (Kastamonu Lâhikası, 91)
“Bir pusula için Üstad dört saat yayan yürümüş…”
Tahiri Mutlu: “Üstad Barla’dayken bir pusula yazmış. Santral Sabri’ye gönderilecek... Çıkmış birisine rastgelip göndermek için, kimseye rastgelmemiş. Yayan tâ 1,5 saatten fazla devam eden Hacı (Santral) Sabri’nin köyüne kadar varmış, kapıyı çalmış, ‘Efendim, çıktı, ovada kendisi’ demişler. Ovaya gitmiş bulmuş, yazdığı pusulayı teslim etmiş, Barla’ya dönmüş Üstad Hazretleri. O gün Üstad üç-dört saat yayan yürümüş, pusulanın vaktinde yerine gidebilmesi için...
Tahiri Ağabey Âyetü’l-Kübra’yı bastırınca…
Said Nursi Hazretleri, Kastamonu’da iken başlayan 1943 Denizli mahkemesinin zahirî sebebi, Tahiri Ağabeyin matbaada tabettirdiği Âyetü’l-Kübra risalesiydi. Afyon müdafaasında “Üstad’ımın müsaadeleri olmadığı halde, marifetimle eski yazıyla İstanbul’da matbaada tabedilen 500 adet Bediüzzaman’ın ‘Yedinci Şua’ kitabını…” (Şualar, 542) şeklinde ifade ettiği gibi, Tahiri Ağabey, Miftahü’l-İman mecmuası yerine, Üstad’ın muvafakati olmadan Yedinci Şua/Âyetü’l-Kübra risalesini İstanbul’da bastırıyor.
Aynı anda da Denizli-Homa’da ahir zaman hadiselerinden bahseden Beşinci Şua risalesi yakalanıyor. Ehl-i garaz, bu iki hadiseyi birbirine karıştırarak, “İstanbul’da Beşinci Şua matbaada tabettirilmiş!” yalanıyla Denizli Mahkemesini başlatıyorlar.
Şualar’da Üstad’ımız bu hadiseyi şöyle izah ediyor:
“…Yirmi beş sene evvel aslı yazılan ve sekiz sene zarfında bir-iki defa elime geçen ve aynı vakitte kaybettirilen Beşinci Şua benden uzak bir yerde ele geçmesiyle, o hoca bozması gibi kıskançlar, onunla adliyeyi evhamlandırdılar. Aynı vakit, benim arzu ettiğim yeni harflerle Miftahü’l-İman mecmuası yerine Âyetü’l-Kübra muvafakatım olmadan tabolması ve nüshaları gelmesi hükûmete aksetmiş, iki mesele birbiriyle karıştırılmış. Güya Kanun-u Medeniyeye karşı o Beşinci Şua tabedilmiş diye ehl-i garaz, bir habbeyi yüz kubbe yaparak gadren bizleri şu çilehaneye soktu…” (Şualar, 296)
Burada insan aklının eremeyeceği derin sırlar vardı. 1400 sene öteden İmam-ı Ali (r.a.) her şeyi görmüş ve “O risale için hapse düşüp ve onun kuvvetli hakikatleriyle kurtulacaksınız” diye söylemişti. Kader programı işliyordu. Yine Şualar’da Üstad’ımız diyor ki:
“Vebi’l-âyeti’l-kübrâ eminnî mine’l-fecet.’ İmam-ı Ali bu fıkrayla işaret eder ki, Âyetü’l-Kübra Risalesi yüzünden şakirtleri bir musibete düşecekler ve onun kerameti ve bereketiyle emniyete ve selâmete çıkacaklar. Evet, bu keramet-i Aleviye tam tamına çıktı ki, o risale için hapse düşüp ve onun kuvvetli hakikatleriyle kurtuldular.” (Şualar, 731)
Böylece Tahiri Ağabeyin tabettirdiği Âyetü’l-Kübra Risalesi, Denizli Mahkemesinin sebebi olduğu gibi, şefaatçisi dahi olup beraatle neticelenmesine vesile olmuştur.
Üstad Hazretleri, Denizli Hapishanesi’nde yazdığı teselli mektuplarından birinde Tahiri Ağabeyi kastederek diyor:
“Kahraman bir kardeşimiz, Âyetü’l-Kübra meselesinde bütün mes’uliyeti kendine alıp Hizb-i Kur’an’ı ve Hizb-i Nur’u ve kalemiyle kazandığı fevkalâde uhrevî şeref ve fazilete istihkakını tam göstermiş, beni derin sevinçlerle ağlatmış...
Ve Yedinci Şua olan Âyetü’l-Kübra tam nazar-ı dikkati celbederek ileride ona lâyık bir fütuhatı ihzar etmek hikmetiyle ona gelen bu muvakkat müsadere, o kardeşimizin ve rüfekasının hizmetlerini ve masraflarını zayi etmeyecek, inşaallah daha parlattıracak diye rahmet-i İlâhiyeden bekleriz.” (Şualar, 297)
“1943 Denizli hadisesi nasıl meydana geldi?”
Tahiri Mutlu: “Denizli hadisesi, malum, Beşinci Şua sebebiyle meydana geldi. Beşinci Şua, Denizli’nin Homa nahiyesinde ele geçiyor. Sonra başsavcının ve valinin haberi oluyor, Homa’ya gidiyorlar. Denizli başsavcısı vaktiyle medrese hocasıymış. Vali de Ispartalı; babasına Faik Hoca derler, onun oğlu ve hafızdır da... Mütemadiyen Kur’an yazar, onunla meşgul olurdu. Öyle mübarek bir zattı babası.
“Savcı, valiye, ‘Efendim, bunda bir şey yok, ehemmiyeti yok bunun. Bu, ufak bir sivilcedir; biz bunun başını kopartırsak bu büyür’ diyor. Vali, ‘Yok! Bak Süfyan demiş, deccal demiş’ diyor. Neyse 9 Ramazan günü beş kardeşimize tevkif kesiyorlar. Başta Üstad Hazretleri, Hüsrev, Rüştü, Nuri Benli… ondan sonra peyderpey bizleri de topluyorlar. Biz hep Isparta’da birikiyoruz. Vakta ki Üstad geldi Kastamonu’dan evraklar tekemmül etti.
“Bir gün sabah ‘Sizi Denizli’ye sevk ediyoruz’ dediler. Herkes yükünü sırtına aldı. Hapishaneden istasyona gidiyoruz, neyse istasyona vardık. Bir gün evvelden içinde saman gelen bir vagona doldurdular bizi; 65 kişi, hepimizi birden… Bütün eşyalarımız da içeride... Kapattılar demirini... Tavanda küçük pencere var tâ yukarıda; oradan rüzgârın tesiriyle saman geliyor üzerimize... Bu bir şey değil de, insan büyük hâcetini tutabilir bir dereceye kadar, fakat ufak zarureti imkânı yok tutamaz. Bereket versin ki bir kardeşimiz, Allah’tan, bir testi almış. Biz onu bir yere koyduk, zarurî olanlar orada def ettiler...
“Akşama yakın Denizli’ye vardık. Bizi hapishaneye götürüyorlar. Atın üstünde böyle gidip gelen, kumandandı herhalde. Denizli Hapishanesi şehrin içindeymiş; yeni bir tane yapılmış, şehrin çok dışına çıkarmışlar. Hz. Üstad, 75-80 yaşlarında ihtiyar Hasan Bey var, onunla kelepçelendi. Hz. Üstad’ın sırtında gibi gidiyordu, yürümeye takati yoktu Hasan Bey’in, o kadar ihtiyar... Neyse vardık hapishanenin önüne oturduk, eşyaları taharri ediyorlar. Ekmek filan götürmüştü bazı kardeşler. Bunların hepsini bir torbaya koyuverecek hale getirdiler.
Denizli Hapishanesi’ndeki hizmet
Tahiri Mutlu: “Hapse girdik; ilk işimiz, akşam namazını kılmak oldu orada… Bazı kardeşler, sabahtan akşama kadar abdestini tutabilenler kılmışlardı. Olmayanlar zaruri bekledi. Otuz iki kişi bizi bir koğuşa verdiler. Bir yer bölünmüş orada. Hapishane aynı tayyare biçiminde; iki tarafı mevkuf, hafif ceza; arkası kuyruğu ağır ceza; önü gardiyan, müdür vs... Biz orada âdeta üst üste yattık!
“Sabahleyin ezan, namaz, ezkâr olarak Salât-ı Nariye, hatim… 32 kişiyiz, herkes okuyabildiği kadar okurdu. Santral Sabri Hoca, âlimdi, o duasını yapardı.
“Bunlar bizim için demişler, ‘Bunlar toplu isyan edecekler. Şöyle adamlar, böyle adamlar…’ diye bizim aleyhimizde mahpuslara propaganda yapmışlar. Mahpuslar bakıyorlar; bunlar ezan okuyorlar, namaz kılıyorlar, yiyorlar, yatıyorlar... ‘Bunlardan ne zarar gelecek!’ diyorlar. Bunlar, ‘Biz de Müslüman’ız, biz de namaz kılalım’ demeye başladılar. Biz koğuşumuzda diz dize duruyorduk. ‘Sizin odanız var mı?’ ‘Var’ dediler. ‘Bizde imam çok, siz hazırlanın, size beş vakit kıldırsınlar’ dedik. Onlar da başladılar elhamdülillah namaz kılmaya. ‘Efendim, biz Kur’an okuyacağız…’ ‘Buyurun, hemen!’ dedik. O idamlıklar falan çoğu beraat etti çıktı, bu halde elhemdülillâh günden güne ilerliyordu...
“Bizi oraya o zamanın reisicumhuru göndermiş, 1944’te, onun plânı varmış hakikaten... Fakat Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle biz girdikten beş-on gün sonra ‘Turancılar’ diye bir şey çıktı, onlar girdi, bizi unuttular! Kendi kendilerine uğraşmaya başladılar...
“Mahkemede ‘Ben namaz kılacağım’ dedi, çıktı”
Tahiri Mutlu: “Nihayet mahkeme başladı... Bizi bahçelerden götürüyorlardı. Hemen adliyenin önüne çıkıyoruz… Hemen bizi içeri sokuyorlardı, bizi halka göstermiyorlardı, korkuyorlardı. Altmış beş kişiyi böyle ikişer ikişer...
“Mahkemede akşam namazı gireli hayli müddet oldu. Hz. Üstad yerinden kalktı, dedi: ‘Ben namaz kılacağım.’ ‘Efendim, kaza…’ ‘Olmaz!’ dedi, doğruldu ve gitti. Hâkim, mübaşire dedi: ‘Git namaz kıldır, getir.’
“En çok hoşuma giden, Hz. Üstad gece kalkar, ezkârını okurdu. Hapishanede çatı bir olduğundan, ses gelirdi. Üstad biraz sesli okurdu. Ben de giderdim kapının önüne, demir kapının önüne, orada yanında gibiymişim gibi… Yani ben dinlerdim! Çok muhrik bir sesi vardı, çok fevkalâde idi. Ondan çok istifade ederdim elhamdülillah...
“Üstad’la beraber teravih namazını kıldık”
Tahiri Mutlu: “1960 yılında Isparta’da Üstad’ın evindeyiz. Hz. Üstad’la beraber Ramazan-ı şerifin birinci günü, Bayram filan camiye gittiler, ben evde kaldım. Üstad dedi: ‘Namaz kılacağız beraber.’ Biz çok sevindik, elhamdülillah ‘Üstad’la beraber teravih kılacağız’ diye... Üstad’la beraber namaz kılmak ne demek yani... Öyle seviniyoruz ki... Ev; bir odada Üstad kalıyor, birinde biz kalıyoruz, biri cami olarak... Neyse Üstad’la namaza durduk, Üstad farzda imam oldu, sünneti kıldık; Üstad ‘Geç bakalım’ dedi bana, biz imam olacağız, Üstad’a teravihte... Üstad Hazretlerine karşı içtihat olur mu hiç, ‘Peki’ dedik ve geçtik biz imamlığa! Böyle 11 gün namaz kıldık beraber…
“Ondan sonra Üstad rahatsızlandı, beraber kılamadık cemaatle, yalnız kılardı o zaman... Arkasında hiç teravih kılmadım... Ben Elemtera’dan itibaren 10 sureyi ağır ağır ki, rükûda sücudda da ağır ağır okurdum. Tâ Üstad da yetişsin… Malum ya, Üstad Fatiha’yı okuyacak... İmamın arkasında -Şâfî’ye göre- Fatiha okunması farz... Onun için, Hz. Üstad’ın Fatiha’yı ikmal edebilmesi için ben ağır ağır okurdum. Allah kabul etsin!
“Üstad hastalandı, sonra Emirdağ’a gitti. Tekrar Isparta’ya gelmek istiyor. Bize, ‘Hz. Üstad hareket etti, hasta, çok hasta!’ diye telefonla haber verdiler. Üstad akşama yakın Isparta’ya geldi. Çok hasta, ama Zübeyir’le beraber ikimiz koltuklarına girdik, yavaş yavaş çıkardık, yatağına yatırdık. Yorganı örtüyoruz, hemen açıyor Üstad, biz örtüyoruz, o açıyor… Kardeşler gece nöbet beklediler: Zübeyir, Hüsnü, Bayram, Sungur… Sabah oldu, namaz kıldık; nöbet sırası bize geldi…
“Urfa’ya ziyarete gideceğiz…”
Tahiri Mutlu: “Biz duruyoruz başında, Üstad Hazretleri uyur vaziyette yatıyor. Bir ara gözünü açtı, ‘Hüsnü’ye söyle, Urfa’ya ziyarete gideceğiz’ dedi, tekrar gözünü yumdu. Ben hemen kalktım baktım, kardeşler yatıyor, dedim: ‘Kardeşler! Üstad Hazretleri Urfa’ya ziyarete gideceğiz, diyor.’ Emirdağ’dan gelirken arabanın lastiği patlamış, yedeği takmışlar... Hüsnü, ‘Otomobilin biraz tamire ihtiyacı var’ dedi. Ben gittim söyledim Üstad’a. ‘Başka otomobile bakılsın’ dedi. Vakit yok, durmuyor, tamirine müsaade yok. Vakit yok yani... Tekrar geldim, ben yine, ‘Kardeşler! Üstad’ımız, başka otomobile bakılsın, diyor’ dedim. Öyle deyince hepsi birden hop seferber vaziyeti aldılar, hemen patlak tekeri düzelttiler.
“Biz de bir yandan Üstad’ın eşyalarını taşıyoruz... Otomobile binince, o ayaklarını salladığı boşluk var ya, orayı doldurduk ki Hz. Üstad yatak olarak buraya yatsın diye... Kardeşler hazırlandılar, otomobil hazır... Üstad Hazretlerini kaldırdık, giydirdik; yine koltuklarından tutuyoruz... Zübeyir dedi ki: ‘Ağabey, Üstad’a bir daha tekrar edelim, Üstad’ın ateşi var…’ ‘Çok iyi olur’ dedim. ‘Üstad’ım, Urfa’ya ziyarete gidiyoruz’ dedi Zübeyir. ‘Evet’ demeye vakti yok Üstad’ın, bu derece hasta; kafasını salladı, ‘evet’ demek istediğini anladık. Yavaş yavaş indirdik. Otomobilin kapısına oturttuk. Koltuklarından tuttum, kardeşler ayaklarından tuttular, hazırladığımız yere çektik, yatırdık elhamdülillah onu... Kardeşler de bindiler...
“Urfa’ya Üstad’la beraber Bayram da gitmek istiyordu. Fakat Üstad Hazretleri, evde bir kişi bırakmaz, daima iki kişi bırakır; yine Bayram’la ikimiz kalacaktık. Fakat Bayram da Üstad’la gitmek istiyor… O da şoför, ehliyeti var. Üstad, Allah razı olsun, ben ne söylesem kabul ederdi. Dedim:
‘Üstad’ım, çok uzun mesafeye hareket edeceksiniz, Bayram da Hüsnü kardeşimize yardım etse, müsaade etseniz…’ ‘Peki’ dedi. ‘Bayram hazırlan bakalım, haydi!’ dedik, bindiler. Garaj kapısını açtım. Garaj kapısı kapalıyken hazırlandılar; kapıyı açtım, ondan sonra uğurladım.”
Tahiri Ağabeyin cenazesi nasıl kaldırıldı?
Sadakat, hilm ve fedakârlıkta mümtaz bir insan olan Tahiri Mutlu Ağabey, İstanbul Kocamustafapaşa Tevruz Apartmanı’ndaki dershane-i Nuriyede mukim iken, 3 Nisan 1977 Pazar günü saat 3’te hizmet ve meşakkat kapısını kapattı, ücret ve saadet âleminin kapısını çaldı...
Biz aynı günün gecesi saat 23:30’da İstanbul’a vasıl olduk. Tahminimizin aksine henüz pek kimse gelememişti Tevruz’a... Said Özdemir Ağabey, İzmir’den Mustafa Birlik Ağabey ile çok az sayıda cemaat vardı. Gece yarısı terasta beyaz kefenlere sarılı Tahiri Ağabeyi görünce acz içinde titredik... Senelerce “ölümün sırrını ve mahiyeti”ni açıklayan risaleleri yazıp neşreden bu büyük ağabeyimiz, şimdi aynı hakikati hakkalyakin olarak yaşıyordu, ders veriyordu... Mübarek ağabeyimizin kıbleye göre cesedi ters konmuştu.
Said Özdemir Ağabeye hatırlatarak, kıbleye doğru çevirdik. O gece Tevruz çok tenha idi, sabaha kadar cüz dağıtılıp okundu...
Sabahleyin Bayram Yüksel, Hüsnü Bayram, Abdullah Yeğin Ağabeyler ve Anadolu’dan bir miktar daha cemaat geldi. Hatim indirilmeye devam edildi. Saat 11’e doğru da Isparta Sav kahramanlarından Mustafa Gül Ağabey geldi. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu, Tahiri Ağabeyin yüzünü görmek istedi. Said Özdemir Ağabey, “Cemaatin önünü alamayız ağabey!” dediyse de beraberce açtık. Gül Ağabey, Tahiri Ağabeyin yüzünü görünce “Vay mübarek, vay mübarek!” diye ağlamaya devam etti.
Ben de Allah’a şükrettim, o mübarek mütebessim yüzü son defa çok yakından görebilmiştim. M. Said Ağabey sesli olarak bir dua okudu, herkes ağlayarak “Âmin!” diye duaya iştirak etti. Öğle namazına 1,5 saat kadar kala mübarek cesedi tabuta koyup üzerine bir bayrak sererek, Tevruz Apartmanı’nın yedinci katından aşağıya indirdik. Aşağıda tabutun üzerine yeşil yazılı bir bez iğneledik. Sonra tabutu Bayram Ağabeyin hizmette kullandığı arabanın arkasına koyduk. Önde şoförün yanında Bayram Ağabey ile Tahiri Ağabeyin torunu vardı. Arkada tabutun iki yanında ise, Ömer Rıza Akgün’le beraber bulundum elhamdülillah, nasip olmuştu... Fatih Camii’ne vardığımızda gözlerime inanamadım! Muazzam bir kalabalık vardı. Anadolu’dan akın akın Nurcu gelmişti, halâ da geliyordu. Koca cami ağzına kadar dolmuş, cemaat dışarı taşmıştı. Yıllarca birbirini göremeyenler, bu vesileyle sarmaş dolaş oluyorlardı... Cenaze namazını Osman Demirci Hoca kıldırdı. Kısa bir konuşmadan sonra binlerce parmağın uçları üstünde Eyüp Sultan’a doğru hareket edildi. Tabut bir ara arabaya kondu. Çok izdiham vardı, namazdan evvelki, hele Tevruz’daki sukûnet, rahatlık kaybolmuştu; tabuta yanaşamadım bile! Biz de hızla gidip Eyüp Kabristanı’na önceden vardık. Kabir yeri Zübeyir Ağabeye çok yakın... Defin sırasında hafızlar Kur’an okudular, Osman Demirci Hoca konuştu. Defin işi bittikten sonra herkes yere çömeldi, Mustafa Sungur Ağabey megafonu alarak Tahiri Ağabeyle alâkalı iki hatıra anlattı:
“Bir gün Üstad’ımızın yanında, ‘Benim Halıkım bu dünyayı bana hane yapmış, güneş benim bir lâmbamdır, yıldızlar benim elektriklerimdir, yeryüzü çiçekli miçekli halılarla serilmiş benim bir beşiğimdir... ilh.’ okunurken Üstad, Tahiri Ağabeye dönerek, ‘Tahiri! Sen, böyleyim, diyebilirsin’ dedi. “Afyon hapsinin verdiği sıkıntılardan dolayı bazı kırgınlıklar, ihtilâflar belirmişti. Çok müteessir olan Üstad’ımız, Allah’a müteveccihen, ‘Ya Rab! Yok mu benim hiç ihtilâflara girmeyen talebem?’[1] diye yalvarmış. Üstad bize, ‘İşte o zaman bana Tahiri gösterildi’ demişti.”
[1] “Aziz, sıddık kardeşlerim Hüsrev ve Mehmet Feyzi, Sabri! Ben sizlere bütün kanaatimle itimat edip istirahat-ı kalple kabre girmek ve Nurların selâmetini size bırakmak bekliyordum ve hiçbir şey sizi birbirinden ayırmayacak biliyordum. Şimdi dehşetli bir plânla, Nur’un erkânını birbirinden soğutmak için resmen bir iş’ar var... Madem sizler lüzum olsa birbirinize hayatınızı, kuvvet-i sadakatiniz ve Nurlara şiddetli alâkanızın muktezası olarak feda edersiniz; elbette gayet cüz’î ve geçici ve ehemmiyetsiz hissiatınızı feda etmeye mükellefsiniz… Yoksa kat’iyen bizlere bu sırada büyük zararlar olacağı gibi, Nur dairesinden ayrılmak ihtimali var diye titriyorum! Üç günden beri hiç görmediğim bir sıkıntı beni tekrar sarsıyordu. Şimdi kat’iyen bildim ki, göze bir saç düşmek gibi az bir nazlanmak, sizin gibilerin mabeyninde hayat-ı Nuriyemize bir bomba olur... Hatta size bunu da haber vereyim: Geçen fırtınayla bizi alâkadar göstermeye çok çalışılmış. Şimdi mabeyninizde az bir yabanîlik atmaya çabalıyorlar. Ben sizin hatırınız için her birinizden on derece ziyade zahmet çektiğim halde, sizden hiçbirinizin kusuruna bakmamaya karar verdim. Siz dahi, haklı ve haksız olsa benlik yapmamak, üstadımız olan şakirtlerin şahs-ı manevîsi namına istiyorum. Eğer o acip yerde beraber bulunmaktan gizli parmaklar karışıyorlar, biriniz Tahiri’nin koğuşuna gidiniz. Said Nursî” (Şualar, 504) “Feyzi’lerin bir kahramanı olan Ahmet Feyzi kardeşimiz de, Tahiri’nin koğuşu olan medresesinde aynen Tahiri gibi davranmalı.” (Şua-lar, 536)
(bk. Ömer ÖZCAN, Ağabeyler Anlatıyor-I)