"Tecelli-i zati" ne demektir, Peygamber Efendimiz'den başka mazhar olan var mı?
Değerli Kardeşimiz;
Tecelli-i Zat; Cenab-ı Hakk’ın zatı ile teccelli etmesi yani zatını göstermesidir. Yoksa bir yere tecelli etmesi değildir. Allah kâinatta zatı ile değil, isim ve sıfatları ile tecelli eder. Buradaki tecelliden kastedilen mana ise; Allah’ın cemalini göstermesi, sevgili Habibini rü’yetine mazhar etmesidir.
Allah’ın zatını ve cemalini baş gözü ile gören tek şahıs, Habib-i Kibriya (asm) Efendimizdir. Cenab-ı Hak mi'raçta, Resulullah Efendimize (asm) zatı ile tecelli etmiştir. Bu mazhariyete başka kimse nail olmamıştır.
Büyük zatların rüya yolu ile “Allah’ı gördüm.” demeleri, isim ve sıfatlarının tecellilerinden ibarettir; yoksa Allah Resulü (asm) gibi Zat-ı Akdesin rüyetine bir mazhariyet değildir.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
"İkinci nokta: Ehl-i tarikat ve hakikatçe müttefekun aleyh bir esas var ki: tarik-i hakta sülûk eden bir insan, nefs-i emmaresinin enaniyetini ve serkeşliğini kırmak için lâzım gelir ki, nazarını nefsinden kaldırıp şeyhine hasr-ı nazar ede ede tâ fenâfişşeyh hükmüne gelir. "Ben" dediği vakit, şeyhinin hissiyatıyla konuşur. Ve hâkeza, tâ fenâfirresûl, fenâ fillâha kadar gider."
"Meselâ, nasıl ki, gayet fedakâr ve sadık bir hizmetkâr, bir yaver, efendisinin hissiyatıyla güya kendisi kendisinin efendisidir ve padişahıdır gibi konuşur. "Ben böyle istiyorum" der; yani "Benim seyyidim, üstadım, sultanım böyle istiyor." Çünkü kendini unutmuş, yalnız onu düşünüyor. "Böyle emrediyor," der. Öyle de Gavs-ı Geylânî, o harika kasidesinin tazammun ettiği ezvâk-ı fevkalâde Hazret-i Şeyhin sırr-ı azîm-i Ehl-i Beytin irsiyetiyle Âl-i Beytin şahs-ı mânevîsinin makamı noktasında ve zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâmın verasetiyle hakikat-ı Muhammediyesinde (a.s.m.) kendini gördüğü gibi, fenâ-yı mutlak ile Cenab-ı Hakkın tecelli-i zâtîsine mazhariyet noktasında, kasidesinde o sözleri söylemiş. Onun gibi olmayan ve o makama yetişmeyen onu söyleyemez; söylese mes'uldür."
"Hazret-i Şeyh, veraset-i mutlaka noktasında, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın kadem-i mübarekini omuzunda gördüğü için, kendi kademini evliyanın omuzuna o sırdan bırakıyor. Kasidesinde zahir görünen, temeddüh ve iftihar değil, belki tahdis-i nimet ve âli bir şükürdür. Yalnız bu kadar var ki, muhibbiyet makamı olan makam-ı niyazdan mahbubiyet makamı olan nazdarlık makamına çıkmış. Yani tarik-i acz ve fakrdan, meşreb-i aşk ve istiğraka girmiş. Ve kendine olan niam-ı azime-i İlâhiyeyi yâd edip, bihakkın müftehirane şükretmiştir."(1)
Burada Hazreti Geylani tecell-i Zata mazhar olmuyor, tecell-i Zata mazhar olan Peygamber Efendimizde (sav) fena bulduğu için, kendisini onun yerinde ve zımnında görüyor. Üstad onun bu fena bulmasının mahiyetini izah ederek, kibir ve gurur olmadığını beyan ediyor. Yoksa Hazreti Geylani için tecell-i Zata mazhar olmuş, demiyor.
(1) bk. Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Sekizinci Lem'a.
Allah’ın kudret sıfatı ile tecelli etmesi gibi Zat-ı Akdesi ile kainatta tecelli etmesi mümkün ve cari değildir. Allah’ın Zatı mekan ve zamandan münezzehtir, tecelli sureti ile de olsa kainatla bir irtibat içinde değildir. Yalnız bütün isim ve sıfatların hakiki membaı ve kaynağı olması noktasından Allah’ın Zat-ı Akdesi insan cephesinde ve mahiyetinde teşahhus ve taayyün şeklinde tecelli edebilir. Bu tecelli manevi ve hissidir, hakiki ve maddi bir tecelli değildir.
Güneşin, bir aynada, ya da şeffaf bir damlada timsali, yani zatının ve sıfatlarının bir cilvesi ve küçük bir numunesi, nasıl ki akseder, onda görünür. Bir cihetle küçük bir güneşçik manası o ayna ve damlada yerleşir. O damla ve aynada görünen güneşin timsali, güneşin kendi zatı ve sıfatları hakkında bize ciddi bir malumat verebilir. Hatta, Güneşte fani olanlar, o ayna ve damlaya, güneşin kendisi nazarı ile bakabilirler. Ya da o ayna ve damladaki güneşin timsali, o denli güneşin zatına kuvvetli işaret ediyor ki, adeta güneş gibi hususiyet kazanmış denilir.
Aynen öyle de, insan da bir ayna, bir damla gibi, Şems-i Ezelilin Zat-ı Akdesine, şuunatına, sıfatlarına, isimlerine öyle cami ve keskin bir ayinedir ki, bu cami ve keskinliğine kinaye olarak, Allah’ın manevi şahsı, ya da bütün isimlerin ve sıfatların müşahhas bir taayyünü insanda görünmüş gibi oluyor. İnsan mahiyetinde, adeta Allah’ın manevi şahsiyeti tecelli etmiş ve görünmüştür. Allah’a ait bütün yüce hal ve sıfatların, cüzi bir numunesi ve çok gölgelerden geçmiş zayıf bir tecellisi, insanın mahiyetinde cem olmuştur. Ve bu cem olan sıfatların cemi somut bir şahsiyet ve hüviyet şeklinde insanın aleminde taayyün etmiştir, yani bir şahıs gibi belirgin bir hal almıştır. Şahsı, şahıs yapan ilim, irade, kudret, hayat, sem, basar, kelam gibi sıfatların cüzi olarak insanın mahiyetinde bulunması, teşahhusat-ı İlahi’ye tam bir mazhariyettir.
Evet, kainatın umumunda dağınık ve azametli olarak tecelli eden İlahi sıfat ve isimler, insanın mahiyetinde, ehadiyet sırrı ile temerküz etmiştir, bir nevi toplanmıştır. Bu yüzden, insan mahiyetinin suretinde İlahi vasıflar ve isimler teşahhus ve taayyün etmiştir. Yani, adeta somutlaşarak belirgin bir hale gelmiştir.
Mesela, dünya haritasını anlamak için iki yol vardır. Biri, dünyayı ihata edecek bir nazar ile bakmaktır. Bu ise çok zordur. Ya da dünya haritasının küçük bir modelini, küçük bir sahifeye çizip, nazara sunmaktır. Bu yol, hem kolay, hem de makuldür.
Aynen bunun gibi, tabiri caiz ise, İlahi harita da, iki tarzda tecelli etmiştir. Biri, kainatın umumunda çizilmiştir. Ama çok geniş ve azametli olduğundan, ihata ile okumak, herkese müyesser değildir. İkincisi ise, küçük bir sahife hükmünde olan insanın, manevi suretine, İlahi haritanın çizilmesi ki, bu da İlahi bir manevi şahsiyeti temsil eder ve herkese Allah’ın ilahi şahsiyeti hakkında tam bir rehberlik yapar. İnsanın mahiyetinde İlahi teşahhusat olmasa, yani, müşahhas bir belirme ve tebeyyün etmek olmasa idi, insan, huzuru ilahiyi kazanamaz gaflete düşerdi.
Nasıl ki müşahhas olarak, bir polis, bizim peşimize düşse, bizi takip etse, hatta nefesini ensemizde hissetsek, suç işleyemeyiz, güvenlik ve asayiş noktasından tam bir huzur kazanırız. Ama mücerret olarak kanun var, polis var, denilse; nefis bunları soyut kabul ettiği için, tesiri az ve zayıf oluyor, huzuru tam elde edemeyiz.
Aynen bunun gibi, Allah’ın şahsını, zatını, kainatın umumunda görmem ve anlamam soyut gibi kalıyor. Tesiri az ve zayıf oluyor. Onun için Allah, zatını ve isimlerini adeta müşahhas bir zat gibi bize hissettiriyor, İlahi nefesini yani isimlerinin topyekun tecellisini ensemizde belirgin yapıyor ki, tam huzuru kazanalım, gaflete düşmeyeyim.
Bu tarz tecellinin derece ve mertebesi, kişinin iman ve tefekkür keskinliğine bakar yani iman ve tefekkür ne kadar derin ve tahkiki ise bu tecelli de o nispette derin ve tahkiki bir şekilde tecelli ediyor. Bu tecellinin çekirdekten ağaca kadar hadsiz mertebeleri var. Avam bir Müminin derecesi ile Peygamber Efendimiz (asv)'in derecesi kıyasa gelmeyecek kadar farklıdır. Lakin avamda hiç yok demek değildir.
Sultanı olan Zat-ı Ehad ve Samed'in tecellisi, mahiyet-i insaniyeye hadsiz meratibi tazammun eden iki suretle tezahür eder: ..Bu iki yoldan sahabeler,enbiyalar,ve risalei Nur'un yolu hangi kısma giriyor izah edermisiniz
"İkincisi: İnsanın câmiiyeti ve şecere-i kâinatın en münevver meyvesi olduğundan, bütün kâinatta cilveleri tezahür eden Esmâ-i Hüsnâyı birden âyine-i ruhunda gösterebilmesi cihetiyle, Cenâb-ı Hak, tecellî-i zâtıyla ve Esmâ-i Hüsnânın âzamî mertebede nev-i insanın mânen en âzam bir ferdine tecellî-i âzam tezahür eder ki, bu tezahür ve tecellî, Mirac-ı Ahmedî (a.s.m.) sırrıdır ki, onun velâyeti, risaletine mebde olur."