Tenezzül-ü İlâhî'nin "Taarrüf-ü Rabbânî ve mukabele-i Rahmânî ve mükâleme-i Sübhânî ve iş’âr-ı Samedânî hakikatlerini tazammun" etmesi ile "rububiyet ve ulûhiyetin muktezası"nı izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Tenezzülat-ı ilâhî; Cenab-ı Hakk'ın kelâmiyle, kullarının anlayış seviyelerine göre hitap etmesi ve derin hakîkatleri onların anlayabilecekleri ifadelerle beyan etmesidir.
Kelâmdan maksat, anlaşılmasıdır. İşte Cenab-ı Hak o azametiyle birlikte, insanların seviyesine münasip bir şekilde kelâmında onlara hitap eder. Derin mânâları teşbihler, temsiller ve kıssalarla anlaşılır hale getirir, cihan-şümul saadet düsturlarını hem avam hem de havassa bildirir. Sıfat-ı İlâhîdir ve Allah'ın bizden arzularını anlamamız için inzal edilmiştir ve bu inzal bir tenezzülat-ı İlâhîyedir.
Tenezzül-ü İlâhî ve rububiyetin muktezası: Allah’ın insanı kendine muhatap alıp konuşması ve ona anlayacağı dilden hitap etmesi, rahmet ve şefkatin bir tezahürüdür. Yoksa Hz. Musa (as)’a Turu Sina'da hitap ettiği gibi hitap etse idi, kimse anlamaz, konuşmayı tartamaz ve tahammül edemezdi. Burada da rahmet ve hikmetin tecelli ettiği çok zahir olarak anlaşılıyor. Bu yüzden biz insanlarda hitap ve tebliğ yaparken karşımızdaki muhatabın seviyesine ve anlayışına göre tebliğ ve hitapta bulunmalıyız. Risale-i Nurlarda bu mâna ve usul, temsil ve teşbih tarzı ile çok bariz bir şekilde görünüyor.
Kur’an-ı Kerim’in herkesin istidadına ve seviyesine göre bir üslubu kullanması, muhatabına karşı ne kadar merhametli ve şefkatli olduğunu gösterdiği gibi, aynı zamanda tekrar metodunu kullanarak ne kadar mucizevî bir hatip ve mübelliğ olduğunu gösteriyor. İnce ve anlaşılması zor meseleler yerine, zahir ve herkesçe anlaşılabilecek meseleleri ders vermesi, pedagojik açıdan ne kadar kıymetli bir kitap olduğunu gösteriyor.
Bütün bu tenezzülün arkasında Allah’ın Rububiyet sıfatı hükmediyor. Zira insanları tedbir ve terbiye etmek için onların anlayacağı dilden ve seviyeden hitap etmek gerekiyor. Yoksa insanlar üstünde terbiyede bulunmak mümkün olmaz.
Taarrüf-ü Rabbânî: Allah kâinattaki nihayetsiz hikmet tecellileri ile kendini bize tanıttırmak istediği gibi, nihayetsiz ikram ve nimetleri ile de bize kendini sevdirmek istiyor. Allah’ın bu tanıtmak ve sevdirmek istemesine mukabil, insanların da buna marifet ve muhabbet ile mukabelede bulunmaları gerekir. Bu tanımak ve sevmek karşılığını en mükemmel ve en kâmil bir şekilde icra edenler; başta Habib-i Kibriya Efendimiz (asm.) olmak üzere, diğer bütün peygamberler, mürşidler, müceddidler ve şuurlu mü’minlerdir.
Mukabele-i Rahmânî - hâlıkıyetin şe’nidir: Eski tabir ile Rahman; ism-i has tecell-i ammdır. Yani Rahman isim olarak Allah’ın hususî bir ismidir, bu yüzden başkalara müstakillen verilmesi caiz değildir, ama tecelli noktasından bütün mahlûkatı içine alır. Mü’min-kâfir, zalim-mazlum, müttaki-fasık, canlı-cansız tefrik ve temyiz yapmaksızın bütün mahlûkata şefkati ile tecelli eder. Rahman ismi, ahiret hayatından ziyade, dünya hayatına bakar. Yani Rahman ismi dünya hayatında galiben tecelli eder. Rahman isminin büyük nimetlere bakması, ayırım yapmaksızın her şey üstünde tecelli etmesinden dolayıdır. Allah’ın ayırım yapmadan bütün mahlûkatına şefkatte ve mukabelede bulunmasının arka cephesinde Halık isminin şuunatı vardır. Yani Cenab-ı Hak Rahman ve Halık isminin muktezası olarak hayatın hakkı olan kâfirin de rızkını verir.
Mükâleme- iSübhânî - ihatalı ve sermedî bir surette: Allah’ın mahlûkatı ile konuşmasına ilham denir. Bu ilhamın makam ve mertebeleri çoktur. İlhamın en âzamî makam ve mertebesi peygamberlerle olan konuşmasını ifade eden vahiydir. Sonra velilerin kalbine gelen safi ilham, sonra hayvanat ve cemadat âlemi ile olan konuşmaları gelir. Yani Allah’ın konuşmadığı mahlûk yoktur, denilse mübalağa olmaz.
Allah’ın kelamında ve hitabında hususiyet ve umumiyet noktasında çok makam ve mertebeler vardır. Allah’ın cansız varlıklardan tut ta insanlara kadar her taife ile bir mükâlemesi vardır. Ama bu konuşmaların derece ve mertebeleri muhteliftir; kimisi hususî, kimisi umumî, kimisi bir ismin gölgesinde, kimisi birçok ismin gölgesinde Allah’ın kelamına mazhar oluyor. İşte bu muhtelif konuşmalar içinde en küllisi ve bütün isimlerin azamî tecellisi olan Kur'an-ı Mu’ciz-ül Beyan'dır.
Üstad Hazretleri bu mânaya şu şekilde işaret ediyor:
"Öyle de Padişah-ı Ezelînin, umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat Hâlıkı ünvanıyla, vahiyle ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlarıyla mükâlemesi olduğu gibi; her bir ferdin, her bir zîhayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle, hususi bir surette, fakat perdeler arkasında onların kabiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var."
"İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, sâfidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melâike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi, çeşit çeşit, hem pek çok envâlarıyla, denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbâniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor."(1)
İş’âr-ı Samedânî - ulûhiyetin muktezasıdır: İş’ar yazı ile haber vermek, anlatmak ve bildirmek mânalarına geliyor. Samedanî, kusursuz ve eksiksiz mânasına geliyor ki, Allah ulûhiyetinin bir muktezası olarak, kendini ve sıfatlarını hem kudret sıfatının tecellisi olan kâinat kitabı ile hem de kelam sıfatından gelen Kur’an-ı Kerim ile bize tanıttırıp bildiriyor, demektir. Bunun en büyük iki levhası Kur’an ve kâinattır.
(1) bk. Şualar, Yedinci Şua, Birinci Makam.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü