"Ünsiyetli bir tarzda 'Sevr' ve 'Hut' namlarındaki iki meleğin ... Cennete bir kısmını devretmeye bir işaret için 'Sahret' namında uhrevî bir madde,.." İzah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"Mesela, felsefenin ruhsuz kanunları pek karanlık ve vahşetli gösterdikleri hilkat-ı arziye ve vaziyet-i fıtriyesini, bu meyve ile nurlu, ünsiyetli bir tarzda 'Sevr' ve 'Hut' namlarındaki iki meleğin omuzlarında, yani nezaretlerinde..." (Şualar, On Birinci Şua, On Birinci Mesele)
İnkârcı ve ruhsuz felsefe kâinatı, dünyayı ve içindeki varlıkları mânasız, hikmetsiz, başıboş, karanlık, vahşetli bir madde yığını gibi tasavvur ediyor.
Halbuki kâinata ve mahlûkata iman nazarı ile bakıldığında her şeyin çok hikmetli, mânalı ve âli bir maksada hizmet ettiğini görüyoruz.
Felsefe yeryüzünün tedbir ve idaresini esbaba ve kanunlara havale ederken, hadîs-i şerif dünyanın sevk ve idaresini “Sevr” ve “Hût” ismindeki iki müekkel meleğe nisbet eder.
Mesela, dünya mânasız bir şekilde Güneş'in etrafında serseri gibi dönen bir madde yığını değil, sevr ve hut namında iki meleğin nezaret ve vekâletinde içindeki canlılara hizmet eden büyük bir mescid ve müsebbih hükmündedir. “Sevr” ve “Hut” namlarındaki iki meleğin omuzlarında, yani nezaretlerinde” cümlesi bu inceliğe işaret ediyor.
"... cennetten getirilen ve fâni küre-i arzın bâki bir temel taşı olmak, yani ileride baki cennete bir kısmını devretmeye bir işaret için 'sahret' namında uhrevi bir madde bir hakikat gönderilip Sevr ve Hut meleklerine bir nokta-i istinad edilmiş." (bk. age.)
Sahret, Kudüs'teki mukaddes mabette bulunan çok eski ve tarihî bir kayadır. Peygamber Efendimiz (asm.)’ın mi’rac gecesinde bu kayadan uruc ettiği hakkında rivayetler vardır. Risale-i Nur'da da bahsi geçen Sahret taşı, oldukça mühim ve mukaddes bir taştır. Asa-yı Musa'da beyan edildiği gibi, cennetten gelen bu taş, bu dünyanın baki âleme dönüşmesinde bir esas olacaktır. Ayrıca bu taş rivayetlere göre dünyayı taşıyan Sevr ve Hut meleklerinin, manevî ehemmiyetine binaen bir istinad noktasıdır.
Bu kayaya ayrıca Sahretullah ve "Hacer-i Muallak" da denir.
Gelelim konuda geçen “Sahret” ile anlatılmak istenen asıl meseleye. Bu konu hakkında şunlar söylenebilir;
1. Bu “Sahret” denilen taş dünyaya müekkel ve nezaretçi olan iki meleğin (Sevr ve Hut) küre-i arzı taşımalarında nokta-i istinad olmakta ve onlara yardımcı olmaktadır. Böyle bir anlayış mümkün olmakla birlikte, meleklerin hava, su, toprak ve taş içlerinde rahat hareket edebilme durumlarından dolayı, fazla itibar görmemektedir. Zaten Üstad hazretleri de “Maatteessüf bu kudsî mânâ, mürûr-u zamanla bu teşbih, avâmın nazarında hakikat telâkki edilmekle aklın haricinde bir suret almış” demekle böyle bir anlayışın yanlış olduğunu ifade etmiştir.
2. Bu “Sahret” denilen mübarek taşın taşıdığı bir mâna ve hakikatı vardır. Küre-i arzın ebediyetini sağlayan ve arz’a müekkel olan iki meleğin dünyadaki vazifelerini icra etmesi için bu “faniye beka veren hakikat”le mümkün olduğunu ifade etmek noktasında ciddi bir gaye icra etmektedir. Dolayısıyla maddî bir taş olan “Sahret”, belki işin görünür tarafıdır. Asıl olan bu taşın taşıdığı ebedîlik mânası ve hakikatıdır. İşte meleklere nokta-i istinad olacak hakikat da burada anlatılan ve arzın bekasını temin edecek bu mânadır. Çünkü Üstadımız'ın İşarat-ül İ’caz'da ifade ettiği gibi, “dünyada beka” ve “ahirette beka” olmak üzere iki beka vardır. Bu dünyada Allah hangi varlığa ne kadar ömür biçmiş ise, o sürede o varlığa beka verir. Ahiretteki beka ise daimî ve ebedîdir. Dolayısıyla arza müekkel melekler, arzın bu “dünyada beka” hususiyetine istinad ederek iş yapıyorlar.
Meseleyi bu istikamette değerlendirmenin lüzumunu ifade etmek için Üstad Hazretleri “Madem melekler havada gezdikleri gibi toprakta ve taşta ve yerin merkezinde de gezerler; elbette onların ve küre-i arzın üstünde duracak cismânî taş ve balığa ve öküze ihtiyaçları yoktur.” demekle meleklere nokta-i istinad olan; bu maddî ve cismanî taşın değil, onun taşıdığı bakilik hakikati olduğunu aklımıza yakınlaştırmaya çalışmaktadır.
"... Maatteessüf bu kudsî mana, mürur-u zamanla bu teşbih, avamın nazarında hakikat telakki edilmekle aklın haricinde bir suret almış. Madem melekler havada gezdikleri gibi toprakta ve taşta ve yerin merkezinde de gezerler; elbette onların ve küre-i arzın üstünde duracak cismani taş ve balığa ve öküze ihtiyaçları yoktur." (bk. age.)
Mecaz-ı aklî: Fiilin hakiki failine ve müessirine değil de o fiilin mekân, zaman ve sebep gibi alâkası olduğu şeye isnad edilmesidir.
Mesela, Zilzal suresinde geçen, وَأَخْرَجَتِ الْأَرْضُ أَثْقَالَهَا “Yeryüzü ağırlıklarını çıkardığı zaman” ayetinde, ağırlıkları çıkaran Allah olduğu hâlde fiil hakiki failine değil, fiilin mekânına isnad edilmiş ve ağırlıkları çıkarma işi yeryüzüne nisbet edilmiştir.
Ancak herkes bilir ki, yeryüzünün bunu yapabilecek ne ilmi ne de kudreti vardır. Bu fiilin hakiki faili Allah’tır. Fiilin yeryüzüne isnadı ise mecaz-ı aklîdir. Mecaz-ı aklî belağatta bir san’attır.
İşte iki meleğin yeryüzüne nazır ve müdebbir olması da mecaz-ı aklî nev’inden bir ifadedir. Yoksa hakikatte her şeyi idare eden Allah Teâlâ’dır.
Bu taşın dünyaya nezaret eden iki meleğe nokta-i istinad edilmesi, taşın uhrevî olması ve bekaya işaret etmesine kinayedir. Yoksa melekler nuranî varlıklar olduğu için, bir taşa dayanması ve ondan maddî kuvvet alması mânasız olur. Bu taş bu fani âlemde, baki hayatı temsil eden temsilî bir kıymeti haiz olduğu için, bu ince mâna bir nokta-i istinad olarak ifade ediliyor.
Dünyaya nezaret eden iki meleğin ne bu taşa ne de öküze ne de balığa nezaret ve vekâlete bir ihtiyaçları yoktur. Avamın bunu maddî bir ihtiyaç gibi anlaması doğru değildir.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar