"Vazife-i İlâhiyeye karışmamak" düsturunda Üstadımız neden, Celâleddin Harzemşahı misal gösteriyor?
Değerli Kardeşimiz;
Temsil ve misaller, meselenin daha iyi ve net anlaşılması için verilmektedir. O yüzden, verilen misal ve temsil, gayet açık, anlaşılır ve dikkati çekici olmalıdır.
Bütün büyük zatların buna misal verilmesi mümkündür. Ancak tarihte daha müşahhas ve açık bir tablo olarak Celaleddin Harzemşah vardır. Maneviyattaki, muvaffakiyeti göremeyip inkâr edenlerin dahi kabul edebilecekleri mühim bir hâdisedir. Herkesin tereddüt etmeden kabul edeceği bir misaldir.
Çünkü bir tarafta, dünyanın en büyük imparatorluklarından biri olan ve en parlak dönemini yaşayan Moğol İmparatorluğu ki, o zamana kadar hiç mağlup olmamıştır. Diğer tarafta ise, küçük bir devlet olan Harzemşahlılar ki, daha sonra Selçuklulara yenilerek tarih sahnesinden silinmişlerdir. İşte bu iki devlet karşı karşıya geldiğinde, Moğollar mağlup olmuşlardır.
Böyle bir netice; maddî kuvvet ile izah edilemeyen bir durumdur. Ancak ve ancak ilahi inayetin yardımıyla mümkündür. İnayetin celbindeki sır ise; "Vazifeni yap, Allah'ın vazifesine karışma" prensibine tam teslimiyettir.
Vazife; burada isim ve sıfatlarının tecellisi ve rububiyetin şe’ni manasında mecazî bir ifadedir. Yoksa Allah’ın zâtına ve sıfatlarına uygun olmayan, vazife ve iş manasında değildir.
Mecaz ve teşbihte ilk ve zahir mana değil, maksada işaret eden ikinci mana murad edilir. Yani işarî manalar esastır. İlk mana ifadenin zahiri, kabuğudur, ikinci mana ise kast edilen asıl manadır. Vazife kelimesinin ilk ve zahir manası; emir ve mecburiyet olarak bir işi yapmaktır, ikinci manası ise şe’niyettir. Rububiyetin icabı ile rububiyetin yapmakla mükellef olduğu şey arasında mana olarak çok fark vardır.
Evet, insan vazifesini yapıp, Cenab-ı Hakk’ın vazifesine karışmamalı. Mesela, insan bazen şefkat duygusunu yanlış kullanır; “Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez”, hakikatinden gaflet eder ve sevdiği insanların başına gelen musibetler ve elemlere lüzumundan fazla üzülür, elemler içinde kalır. Hâlbuki her hususta olduğu gibi, musibet ve hastalıkların önlenmesinde yahut giderilmesinde de insana düşen, “Vazifeni yap vazife-i İlâhîyeye karışma” prensibiyle hareket etmek, sebeplere teşebbüs ettikten sonra netice için Allah’a tevekkül etmek, O’nun rububiyetine karışmamaktır. Yine Üstadımızın ifadesiyle insan “kıl kadar şuur ile büyük taşları kaldırma teşebbüsünde” bulunmamalı, aklını gereksiz yormamalı, ezmemeli, perişan etmemelidir. Hangi musibetin kul için ne gibi terakkilere vesile olduğunu ve hangi günahlarına keffaret olduğunu anlamaya kalkışmak bir kıla büyük taşları yüklemeye benzetilmiştir.
İnsan, karşılaştığı her hangi bir meselede kendisine bir vazife düşüyorsa, alması gereken bir tedbir varsa bunu en hassas bir şekilde yerine getirir. Zira çok iyi bilir ki, bu vücut ona emanettir, aile fertleri, malı, mülkü, makamı ve mevki de birer emanettirler. Bunların her birisi için Üstadımızın “Vazifeni yap, vazife-i İlâhîyeye karışma.” tavsiyesine uyarak kendisine düşen vazifeyi tam olarak yerine getirdikten sonra, Rabbine tevekkül eder, O’nun hükmüne teslim olur, takdirini rıza ve memnuniyetle karşılar. Bunu yapabilen insan tevekkül üzeredir; evhamdan kurtulur, ruh sıkıntısına, gönül darlığına düşmez.
Aksi yolda giden, yâni kadere teslim olmayan, tevekküle yanaşmayan, hâdiseleri evham ile değerlendiren, hastalıklara isyan ile mukabele eden bir insan, başını taşa vurmuş gibi olur; “fakat başı kırılır, yazılara bir şey olmaz.”
Kader, hükmünü yine icra eder, bu adam ise sabır ve tevekkül ile kazanacağı nice sevapları ve ulvî makamları kaybetmiş olarak, müflis bir halde bu dünyadan göçer, gider.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü