"Zahire bakılırsa insan bir zerre hükmündedir... İnsanın taşıdığı ruha, kafasına taktığı akla, kalbinde beslediği istidatlara nazaran bu âlem-i şehadet dardır, istiab edemez." İzah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
İnsanın maddesi yani cismi küçük olabilir, lakin vücuduna harika âzalar takılmış, sayısız duygular konulmuş, ruhuna eşsiz latifeler yerleştirilmiştir. Bu âza ve latifelerin hepsi birer terazi ve anahtar gibi, Allah’ın rahmet ve ihsanı ile vermiş olduğu nimetleri tartıp buna karşı şükredecek bir derinliğe ve genişliğe sahiptir. Mesela; insanın gözü beş on gramlık bir et parçasıdır, lakin öyle bir terazidir ki, şehadet âlemindeki bütün rahmet ve nimetleri bu terazi ile tartar, seyreder ve şükreder.
Yine insanın ruhuna takılan maddî ve manevî her bir cihaz, Allah’ın ulvî ve kudsî isimlerinin manalarına açılan bir pencere gibidir. İnsan bu cihaz penceresi ile Allah’ın isimlerinin defineleri hükmünde olan manaları ve tecellileri anlar ve açar. Bu cihazlar sayesinde Allah’ı, isimleri ile beraber tanır. Meselâ;
“Akıl öyle tılsımlı bir anahtar olur ki, şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar."(6. Söz)
Sinekten galaksilere kadar her bir mahlûk bir rahmet hazinesi ve hikmet definesi olup, onların tümü Cenâb-ı Hakk’ın gizli hazineleri olan güzel isimlerinin tecellileridirler. İşte insan, akıl sayesinde bu tılsımlı defineleri açıyor, onlarda tecelli eden isim ve sıfatları okuyor.
Şu içinde bulunduğumuz dünya Allah’ın her bir isminin tecellisi olan ayrı ayrı harika, garip, bedi’ ve eşsiz eserlerinin teşhir edildiği bir salondur. İnsan ise bu salonda teşhir edilen eserleri anlayıp takdir eden en mücehhez, en istidatlı ve en üstün seyircisidir. İşte insan bu sergilenen san’atları bilip hayatında da teşhir ve ilan edecek bir misafirdir.
Meselâ; bu salonda Allah’ın Adl ismi kendisini sanatları ile sergiliyor. İnsan bu teşhir edilen adalet manasını burada okuyup sonra hayatına tatbik ederek, bu manayı ilan etmesi en mühim bir vazifesidir.
İnsan, bilinmeyeni bilinen ile kıyas yapmadan, bir şeyi idrak edemez. Bu yüzden Allah, kendi isim ve sıfatlarını kıyaslaması ve idrak etmesi için insana bir takım vehmî ve farazî hatlar tayin etmiştir. Bu hatlar sayesinde insan Allah’ın mutlak ve sınırı olmayan isimlerini bilebilir ve bulabilir.
“Meselâ: Bir adam Cenâb-ı Hakk’ın kudretini anlamak için bir taksimat yapar: 'Buradan buraya benim kudretimdedir, bundan o yanı da Onun kudretindedir.' diye vehmî bir çizgi çizmekle mes’eleyi anlar. Sonra mevhum hattı bozar, hepsini de ona teslim eder.”(Mesnevi-i Nuriye, Katre)
İnsan, elli kilogramlık bir taşı havaya kaldırdığında, bu işi kendisine ihsan edilen kuvvet sayesinde yaptığını bilir. İşte insan, bu kuvvetini mukayese unsuru yaparak der ki; “Allah da şu üzerinde durduğum dünyayı ilâhî kudretiyle döndürüyor.”
İnsan, kendisine ihsan edilen kuvvet sayesinde bu hükme varabiliyor. Sonra ‘mevhum hattı’ bozuyor. Yani, dünyayı döndüren kudretin, onu ve elindeki taşı da birlikte döndürdüğünü düşündüğünde kendi kuvvetinin vehim kadar zayıf olduğunu anlayarak, bütün kuvvet ve kudretin Allah’a ait olduğunu tasdik ediyor.
Bize takılan sıfatlar da İlâhî sıfatlara birer işaret... Bunlarla o vacib, sonsuz ve mutlak sıfatların varlıklarını bilebiliriz. Ama haritadaki noktalara benzeyen bu sıfatlarımızla, İlâhî kudret arasında hiçbir benzerlik olamayacağını da hatırdan çıkarmayız. Bunlar birer işarettirler, o kadar.
Biz bu numuneye bakarak asıl hakkında bir derece fikir sahibi olur ve deriz ki: Şu kâinat sarayı önce takdir edilmiş ve bu takdire uygun olarak inşa edilmiştir. İnsanda bu numuneler yaratılmamış olsaydı insanın ilâhî sıfatları tanıması, bilmesi nasıl mümkün olacaktı?
Meselâ, insana irade verilmeseydi ve insan bu iradeye benliğiyle sahip çıkıp onu hür olarak kullanamasaydı Allah’ın irade sıfatını bilebilir miydi?
Merhamet nedir, gazap nedir bilmeseydi, Allah’ın rahmet ve gazabı olduğunu hayal bile edemezdi.
İnsanın o cüz’î kuvveti ve kudreti olmasaydı, Allah’ın Kudret sıfatını ve Kâdir ismini bilmesi mümkün olabilir miydi?
İnsanoğlu, meselâ, bir ev yapacağı zaman önce onun planını zihninde kurar ve bunu bir kâğıda döker. İkinci safhada ise irade ve kudretini sarf ederek o plana uygun bir ev yapar. İşte bütün bunlar birer numunedirler.
İnsan bu cüz’î kudretini Allah’ın sonsuz kudretine bir dürbün, bir mikyas yaparak, kıyasa gider ve bir derece o sonsuz kudret hakkında malumat sahibi olur ve şöyle der; "Ben cüz’î kudretim ile şu evi yaptım; Allah ise sonsuz kudreti ile bütün kâinatı yaptı." Şayet bu cüz’î kudret olmasa idi, insan hiçbir zaman Allah’ın sonsuz kudretini hissedip bilemeyecekti. Ama insandaki bu cüz’î kudret ve buna benzer bir takım farazî hatlar hakiki manada insanın değildir. İnsan bu cüz’î sahibiyet ve malikiyet duygularını sadece kıyaslamak için kullanabilir. Şaşırıp da, "hakiki sahibim" derse, şirk derelerine yuvarlanır.
İşte cisim açısından altmış yetmiş kiloluk bir maddeye sahip olan insan, sahip olduğu bu manevî duygular ve cihazlar sayesinde bütün kâinatı ablukaya alacak bir derinliğe ve genişliğe sahiptir. İnsanın küçücük bir dil ile yeryüzündeki bütün yiyecek ve içecekleri tadabilmesi meselemizi çok güzel hülasa ediyor. Dil, maddesi itibari ile (dünyaya nisbeten) zerre kadar, ama kabiliyeti açısından yeryüzünü ihata ve abluka ediyor.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü