"Bu muhtelif turukların başı ve bu cetvellerin menbaı ve şu seyyarelerin güneşi Kur’ân-ı Hakîm'dir. Hakiki tevhid-i kıble bunda olur. Öyle ise, en âlâ mürşid de ve en mukaddes üstad da odur. Ona yapıştım." İzah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Üstad'ımız, Risale-i Nurların birçok yerinde, Kur'an’ı üstad tuttuğunu ve risalelerinde Kur'anî bir yol takip ettiğini beyan buyuruyor. Bu beyanlardan Yirmi Sekizinci Mektub'un, Üçüncü Risalesinin, Üçüncü Noktası’nı burada aynen kaydedeceğiz. Ve daha sonra Üstad'ımızın nasıl bir Kur'anî yol takip ettiğini gücümüz nisbetinde anlatmaya çalışacağız.
"ÜÇÜNCÜ NOKTA"
"Bundan otuz sene evvel, Eski Said’in gâfil kafasına müthiş tokatlar indi, اَلْمَوْتُ حَقٌّ kaziyesini düşündü. Kendini bataklık çamurunda gördü. Medet istedi, bir yol aradı, bir halâskâr taharri etti. Gördü ki, yollar muhtelif; tereddütte kaldı. Gavs-ı Âzam olan Şeyh-i Geylânî Radıyallahu Anhın Fütuhu’l-Gayb namındaki kitabıyla tefe’ül etti. Tefe’ülde şu çıktı: اَنْتَ فِى دَارِ الْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَبِيبًا يُدَاوِى قَلْبَكَ Aciptir ki, o vakit ben Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye âzâsı idim. Güya ehl-i İslâmın yaralarını tedaviye çalışan bir hekim idim. Halbuki en ziyade hasta bendim. Hasta evvelâ kendine bakmalı; sonra hastalara bakabilir.
İşte, Hazret-i Şeyh bana der ki: “Sen kendin hastasın. Kendine bir tabib ara.”
Ben dedim: “Sen tabibim ol.” Tuttum, kendimi ona muhatab addederek, o kitabı bana hitap ediyor gibi okudum. Fakat kitabı çok şiddetliydi. Gururumu dehşetli kırıyordu. Nefsimde şiddetli ameliyat-ı cerrahiye yaptı. Dayanamadım, yarısına kadar kendimi ona muhatap ederek okudum; bitirmeye tahammülüm kalmadı. O kitabı dolaba koydum.
Fakat sonra, ameliyat-ı şifakârâneden gelen acılar gitti, lezzet geldi. O birinci Üstad'ımın kitabını tamam okudum ve çok istifade ettim. Ve onun virdini ve münâcâtını dinledim, çok istifaze ettim.
Sonra İmam-ı Rabbânî’nin Mektubat kitabını gördüm, elime aldım. Hâlis bir tefe’ül ederek açtım. Acaibtendir ki, bütün Mektubat’ında yalnız iki yerde "Bediüzzaman" lâfzı var. O iki mektup bana birden açıldı. Pederimin ismi Mirza olduğundan, o mektupların başında "Mirza Bediüzzaman’a Mektub" diye yazılı olarak gördüm. "Fesübhânallah," dedim. "Bu bana hitab ediyor." O zaman Eski Said’in bir lakabı Bediüzzaman idi. Halbuki Hicretin üç yüz senesinde, Bediüzzaman-ı Hemedânî’den başka o lakapla iştihar etmiş zatları bilmiyordum. Halbuki İmam’ın zamanında dahi öyle bir adam vardı ki, ona o iki mektubu yazmış. O zatın hali benim halime benziyormuş ki, o iki mektubu kendi derdime deva buldum.
Yalnız İmam, o mektuplarında tavsiye ettiği gibi, çok mektuplarında musırrâne şunu tavsiye ediyor: "Tevhid-i kıble et." Yani, “Birini üstad tut, arkasından git. Başkasıyla meşgul olma.”
Şu en mühim tavsiyesi, benim istidadıma ve ahvâl-i ruhiyeme muvafık gelmedi. Ne kadar düşündüm: Bunun arkasından mı, yoksa ötekinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim? Tahayyürde kaldım. Herbirinde ayrı ayrı cazibedar hâsiyetler var; biriyle iktifâ edemiyordum.
O tahayyürde iken, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetiyle kalbime geldi ki: Bu muhtelif turukların başı ve bu cetvellerin menbaı ve şu seyyarelerin güneşi Kur’ân-ı Hakîmdir. Hakikî tevhid-i kıble bunda olur. Öyle ise, en âlâ mürşid de ve en mukaddes üstad da odur.
Ona yapıştım. Nakıs ve perişan istidadım elbette layıkıyla o mürşid-i hakikînin âb-ı hayat hükmündeki feyzini massedip alamıyor. Fakat ehl-i kalb ve sahib-i halin derecâtına göre, o feyzi, o âb-ı hayatı, yine onun feyziyle gösterebiliriz.
Demek, Kur’ân’dan gelen o Sözler ve o nurlar, yalnız aklî mesâil-i ilmiye değil, belki kalbî, ruhî, hâlî mesâil-i imaniyedir. Ve pek yüksek ve kıymettar maarif-i İlâhiye hükmündedirler." (Mektubat, Yirmi Sekizinci Mektup, Üçüncü Risale, Üçüncü Nokta.)
“Risale-i Nur Kur'anî bir yol takip etmiş” demek, üç suali akla getirir:
1. Kur'anî yolun hususiyetleri nelerdir?
2. Başkaları, Kur'anî bir yol takip etmemiş mi?
3. Risale-i Nur’un Kur'anî bir yol takip ettiğinin delili nedir?
İşte bu üç suale cevap bulunabilirse, mesele anlaşılmış olur. Bizler, her bir suale ayrı bir başlık altında inceleyeceğiz. İnayet ve Tevfik Allah’tandır.
1. Kur'anî Yolun Hususiyetleri Nelerdir?
Kur'an, ne kâinatı inkâr eder, ne de nisyan (unutma) perdesine sarar. Belki kâinatı, sanatkârı olan Allah Teâlâ hesabına istihdam eder. Eserden müessire (eser sahibine), nakıştan nakkaşa (nakşedene), kitaptan kâtibe ve san’attan sanatkâra bir yol açar. Her bir eserde müessiri, nakkaşı, kâtibi ve sanatkârı olan Allah’ı gösterir. Kâinattaki fiilleri anlatır, sonra faili olan Allah’ı ispat eder. Kâinatı, Allah’ın varlığına ve birliğine bir delil yapar. Varlıkların üzerindeki İlahi isimleri ve sıfatları gösterir. Sonra isimlerden müsemmaya (ismin sahibi olan Allah’a), sıfatlardan mevsufa (sıfatın sahibi olan Allah’a) bir pencere açar. Cenab-ı Hakk’ı, isim ve sıfatlar dürbünüyle tefekkür ettirir. Kur'an’a göre her şey, Allah’ın kemal ve cemalinin aynasıdır, tezgâhıdır, meşheridir. Kur'an, kâinat kitabının mânalarını talim eder, öğretir, mevcudatın hal lisanı ile yapmış oldukları zikir ve tesbihleri tercüme eder.
Eşya, varlık olarak sabittir; Allah’ın isim ve sıfatlarını gösteren bir san’attır, bir mükemmel tarif edicidir. Hangi varlığa nazar edilirse, orada Allah’ın varlığını ve birliğini ihtar ve iş’ar eden bir levha görünür. Onun için her şey Allah’ı hatırlatıp, huzuru kazandıran birer vasıtadır. Üstelik eşya, Allah’ın sadece varlık ve birliğini göstermiyor, onu bütün isim ve sıfatları ile tarif ediyor. Onun için Kur’an, kâinat kitabını okutturan ve ders veren bir muallim gibidir. Risale-i Nur da aynı meslek üzerine gidiyor.
Sadece kalp veya akıl esas alınmıyor, insandaki bütün his ve latifeler de hissesini alıyor.
Not: Kur'anî yolun daha birçok hususiyetleri vardır. Biz sadece Kur'an’ın kâinata bakışını inceledik. Zira Risale-i Nur ile Kur'an’ı, bu cihetten mukayese edeceğiz. Her bir cihetten kıyas ise bizim gücümüzün çok üstündedir. Kur'anî yolun diğer hususiyetlerini öğrenmek için Yirmi Beşinci Söz'e bakabilirsiniz.
2. Başkaları Kur'anî Bir Yol Takip Etmemiş mi?
Evvelâ şunu ifade edelim ki, bütün hak tarikatlar Kur'an’dan alınmıştır ve Kur'an’ın malıdır. Lakin bazıları, Kur'an’ın yolunu, meşreplerinde bütünüyle muhafaza edememişlerdir. Mesela, Vahdetü'l-vücud meşrebinde olanlar, “La mevcude illa hû” (Allah’tan başka vücud sahibi yoktur) diyerek, kâinatı inkâr etmiş ve bir hayal olduğunu kabul etmişlerdir.
Vahdet-iş şuhud ehli ise,
“Der tarik-i Nakşibendî lazım âmed çâr terk, terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk”
"Nakşibendî tarikatı der ki: Dört şeyi terk etmek lazımdır: Dünyayı terk etmek, ahireti terk etmek, benlik ve varlık davasını terk etmek ve ihlası muhafaza için terk ettiklerini düşünmeyi de terk etmek."
diyerek, kâinatı nisyan (unutma) perdesine sarmışlardır. Hakka ulaşmanın yolunu, kâinatı unutmakta ve düşünmemekte bulmuşlar, eşyayı terk etmişlerdir.
Hâlbuki Kur'an, ne kâinatı inkâr eder, ne de nisyan perdesine sarar. Kur'an, Hz. Musa’nın âsâsı gibi, her mahlûktan marifetullahın ab-ı hayatını fışkırtır. Semayı, denizi, karayı, hâsılı her şeyi, Allah’ın varlığına ve birliğine delil yapar. Kâinattan, sanatkârı olan Allah hesabına bahseder.
İşte tarikatların bazıları, “Âleme Allah hesabına bakmak” cihetinde âlemi nisyan perdesine sarmıştır. “Risale-i Nur’un Kur'anî bir yolu takip etmesi” meselesinin tafsilatını Risale-i Nur’da bulmanız mümkündür.
3. Risale-i Nur’un Kur'anî Bir Yol Takip Ettiğinin Delili Nedir?
Biz burada, sadece iman hakikatlerinden olan Allah’ın varlığını, Kur'an’ın hak kelamullah olduğunu, Hz. Muhammed (asm)’in Allah’ın resulü olduğunu ve Meleklerin varlığını ispat hususunda, Kur'an’ın yolu ile Risale-i Nur’un yolunu bazı misaller ile mukayese edeceğiz. Diğer iman hakikatlerinin ispatı ve İslamî meselelere bakışı gibi daha birçok makamda, bu iki yol kıyas edilebilir. Biz, sadece denizden bir damlayı numune olarak zikredip, akla ve kalbe bir pencere açmaya çalışacağız.
ALLAH’IN VARLIĞI VE BİRLİĞİ HAKKINDA
BİRİNCİ MİSAL:
“Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar, üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır. Bunların hepsi bir su ile sulandığı halde, yemişlerinde onların bir kısmını bir kısmına üstün kılarız. İşte bunda akleden bir kavim için ibretler vardır.” (Ra’d Suresi, 13/4)
Cenab-ı Hak, bu ayet-i kerimede varlığını iki delille ispat etmiştir:
1. Yeryüzündeki komşu kıtaların varlığı: Evet, su ile kaplı olan şu âlemde, nasıl olmuş da suyun tecavüzünden kendini koruyan kara parçaları kalmıştır? Hatta evvela, karalar nasıl teşekkül etmiştir? Dünyamızın ilk yaratılış safhalarında sıvı halde olduğu malumdur. Daha sonra bu sıvıdan taş ve toprak yaratılmıştır. Eğer dünyamız sıvı halde kalsaydı, içinde yaşamak en azından bizim için mümkün olmayacaktı. Eğer o sıvı, toprak olurken demir gibi sert olsaydı, bu sefer de kendinden istifade etmek mümkün olmayacaktı. O halde bu işi yapan kimdir? Kıtaların teşekkülünü sıvı halde kalmasına tercih eden irade sahibi kim? Elbette buna bu vaziyeti veren, Allah Teâlâ’dır.
İşte Kur'an, yeryüzündeki kıtalardan bahseder, onları akıl sahiplerinin gözleri önüne koyar. Ta ki düşünüp, Allah’ı bulsunlar.
Şimdi aynı meseleyi Risale-i Nur’dan inceleyelim:
"Evet, arzın evvel-i hilkatine bakıyoruz ki, mayi haline gelen bir madde-i seyyaleden taş ve taştan toprak halk edilmiş. Mâyi kalsaydı, kabil-i süknâ olmazdı. O mayi taş olduktan sonra demir gibi sert olsaydı, kabil-i istifade olmazdı. Elbette buna bu vaziyeti veren, yerin sekenelerinin hâcetlerini gören bir Sâni-i Hakîmin hikmetidir." (Sözler, Otuz Üçüncü Söz, Yirmi İkinci Pencere.)
2. Ayetin devamında, “Üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır. Bunların hepsi bir su ile sulandığı halde, yemişlerinde onların bir kısmını bir kısmına üstün kılarız” buyurularak, bu eşyalara dikkat çekilmiştir.
Evet, kışın ölen ağaçların, bahar mevsiminde huriler gibi giyindiklerini görürüz. Her bir ağacın eli hükmündeki dalları ile bizlere türlü türlü meyveler ikram edilir. Adeta o ağaçların dalları, Rahmetin eli olur. Her birinin rengi ayrı, kokusu ayrı, sureti ayrı, menfaati ayrı, lezzeti ayrıdır. Acaba nasıl oluyor da, ana maddeleri bir olan, aynı toprağa kök salan, aynı maddelerle beslenen, aynı havayı soluyan, aynı güneşi gören ve aynı su ile sulanan bu ağaçlardan farklı meyveler çıkıyor?
Hem o ekinler, madde itibariyle birbirinin aynı veya az farklı olan tohumlardan meydana geliyor. Yine soruyoruz, aynı tohumlardan farklı ekinleri çıkaran ve yeryüzünü bir kazan yaparak onları pişiren Rahmet sahibi kim? Asmanın o kuru çubuğundaki üzümlere elbiselerini diken terzi kim? İçine o tatlı şurubu koyup ikram eden kim? O üzümün programını ufacık çekirdeğinde yazan kâtip kim? O çekirdeği, üzümün karnında saklayıp muhafaza eden kim? Kim, kim, kim? Elbette ALLAH.
Şimdi, Üstad'ımızın meyve ve ekinlere bakışını ve onlardaki tevhid mühürlerini okuyuşuna bakalım ve nasıl Kur'anî bir yol takip ettiğini görelim:
"Bu ayet nazar-ı dikkati hurma ve üzüme celbedip der ki: Aklı bulunanlara, bu iki meyvede tevhid için büyük bir âyet, bir delil ve bir hüccet vardır."
Evet, bu iki meyve, hem gıda ve kut, hem fâkihe ve yemiş, hem çok lezzetli taamların menşeleri olmakla beraber, susuz bir kumda ve kuru bir toprakta duran bu ağaçlar, o derece bir mu’cize-i kudret ve bir harika-i hikmettir ve öyle bir helvalı şeker fabrikası ve ballı bir şurup makinesi ve o kadar hassas bir mizan ve mükemmel bir intizam ve hikmetli ve dikkatli bir san’attırlar ki, zerre kadar aklı bulunan bir adam, 'Bunları böyle yapan, elbette bu kâinatı yaratan zat olabilir.' demeye mecburdur.
Çünkü mesela bu gözümüz önünde bir parmak kadar asmanın üzüm çubuğunda yirmi salkım var. Ve her salkımda, şekerli şurup tulumbacıklarından yüzer tane var. Ve her tanenin yüzüne incecik ve güzel ve lâtif ve renkli bir mahfazayı giydirmek ve nazik ve yumuşak kalbinde, kuvve-i hafızası ve programı ve tarihçe-i hayatı hükmünde olan sert kabuklu, ceviz içli çekirdekleri koymak; ve karnında cennet helvası gibi bir tatlıyı ve âb-ı kevser gibi bir balı yapmak; ve bütün zemin yüzünde, hadsiz emsalinde aynı dikkat, aynı hikmet, aynı harika-i san’atı, aynı zamanda, aynı tarzda yaratmak, elbette bedahetle gösterir ki, bu işi yapan bütün kâinatın Hâlıkıdır. Ve nihayetsiz bir kudreti ve hadsiz bir hikmeti iktiza eden şu fiil, ancak onun fiilidir." (Şualar, Yedinci Şua.)
“Gel, şimdi bir ağaca dikkatle bak. İşte, bahar mevsiminde yaprakların muntazaman çıkması, çiçeklerin mevzunen açılması, meyvelerin hikmetle, rahmetle büyümesi ve dalların ellerinde, masum çocuklar gibi, nesîmin esmesiyle oynaması içindeki lâtif ağzını gör. Nasıl bir dest-i keremle yeşillenen yaprakların diliyle ve bir neş’e-i lütufla tebessüm eden çiçeklerin lisanıyla ve bir cilve-i rahmetle gülen meyvelerin kelimâtıyla ifade edilen hikmetli nizam içindeki adilli mizan; ve adli gösteren mizan içinde bulunan dikkatli sanatlar, nakışlar; ve maharetli nakışlar ve ziynetler içinde rahmet ve ihsanı gösteren ayrı ayrı tatmaklar; ve ayrı ayrı güzel kokular ve hoş tatmaklar içinde birer mu’cize-i kudret olan tohumlar ve çekirdekler, gayet zâhir bir surette bir Sâni-i Hakîm, Kerîm, Rahîm, Muhsin, Mün’im, Mücemmil, Mufaddılın vücub-u vücudunu ve vahdetini ve cemâl-i rahmetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.” (Sözler, 33. Söz, On Dokuzuncu Pencere)
İKİNCİ MİSAL:
“Allah, görmekte olduğunuz gökleri direksiz durdurandır.” (Ra'd, 13/2)
Direksiz bir çatı görseniz, çok şaşırırdınız! Hatta şaşırmaktan daha ileri gider inanmazsınız. Zira bir çatının direksiz durması mümkün değildir. Hâlbuki dünya sarayımızın çatısı olan gökyüzü, direksiz duruyor. Acaba, dünya sarayımızın damı olan semayı direksiz durduran ve yeryüzüne düşmesine mani olan nihayetsiz kudretin sahibi kim?
İşte Kur'an bu soruya “Allah” diyerek cevap verir. Gökyüzünün bu mucizâne halini, Allah’ın varlığına bir delil yapar. Kafa gözüne, direksiz çatıyı gösterir; akla, kalbe hatta nefse “Allah” dedirtir.
Şimdi Risale-i Nur'un aynı delili nasıl işlediğine bakalım:
“Bir kısmı arzımızdan bin defa büyük ve o büyüklerden bir kısmı top güllesinden yetmiş derece sür’atli yüz binler ecram-ı semâviyeyi direksiz, düşürmeden durduran ve birbirine çarpmadan fevkalhad çabuk ve beraber gezdiren; yağsız, söndürmeden mütemadiyen o hadsiz lâmbaları yandıran ve hiçbir gürültü ve ihtilâl çıkartmadan o nihayetsiz büyük kütleleri idare eden ve güneş ve kamerin vazifeleri gibi, hiç isyan ettirmeden o pek büyük mahlûkları vazifelerle çalıştıran ve iki kutbun dairesindeki hesap rakamlarına sıkışmayan bir nihayetsiz uzaklık içinde, aynı zamanda, aynı kuvvet ve aynı tarz ve aynı sikke-i fıtrat ve aynı surette, beraber, noksansız tasarruf eden ve o pek büyük mütecaviz kuvvetleri taşıyanları, tecavüz ettirmeden kanununa itaat ettiren ve o nihayetsiz kalabalığın enkazları gibi, göğün yüzünü kirletecek süprüntülere meydan vermeden, pek parlak ve pek güzel temizlettiren ve bir muntazam ordu manevrası gibi manevrayla gezdiren ve arzı döndürmesiyle, o haşmetli manevranın başka bir surette hakikî ve hayalî tarzlarını her gece ve her sene sinema levhaları gibi seyirci mahlûkatına gösteren bir tezahür-ü rububiyet ve o rububiyet faaliyeti içinde görünen teshir, tedbir, tedvir, tanzim, tanzif, tavziften mürekkep bir hakikat, bu azameti ve ihatatı ile o semâvât Hâlıkının vücub-u vücuduna ve vahdetine ve mevcudiyeti, semâvâtın mevcudiyetinden daha zâhir bulunduğuna bilmüşahede şehadet eder." (Şualar, Yedinci Şua)
ÜÇÜNCÜ MİSAL:
“Söyleyin bana şimdi içtiğiniz suyu, buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa biz mi? Dileseydik onu tuzlu yapardık. Şükretmeniz gerekmez mi?” (Vakı'a, 56/67-69)
Kur'an, bu ve benzeri ayetleriyle dikkatleri suya çeker. Ondaki iki hususiyeti Allah’ın varlığına delil yapar.
1. Suyun gökyüzünden bir nizam ile inmesi: Yüksekten bırakılan bir şeyin ağırlığı, düşerken artar. Mesela, bir binanın çatısından bırakılan 10 kg.lık bir madde yere yaklaştığında 15 kg. ağırlığa ulaşır. Sür’ati ona ağırlık kazandırır. Su ise bu kanunun dışındadır. Adeta yerçekimine meydan okur. Eğer böyle olmasaydı, yağmur damlaları başımıza kurşun gibi yağacak ve isabet ettiği yeri delip geçecekti.
Acaba yağmur damlasını bir nizam ile indiren kim? Yağmuru yerçekimi kanununun dışında bırakan ve bir kuş tüyü hafifliğinde yeryüzüne indiren kim?
İşte Kur'an: “Buluttan o suyu siz mi indirdiniz yoksa biz mi?” diyerek sorar ve en inatçı nefisleri dahi “Allah” demeye mecbur eder.
2. Suyun lezzeti ve tatlılığı: Kur'an, sudaki letafeti ve tatlılığı gösterir ve “Dileseydik biz onu acı yapabilirdik” diyerek, suyun lezzetini Allah’ın varlığına bir delil yapar. Yani sudan, medlulü olan Allah’a pencereler açar. (Suyun daha birçok hususiyeti vardır ki, Kur'an bunları başka ayetlerinde işlemiştir. Biz sadece iki hususiyetini zikr ettik)
Şimdi Risale-i Nur’un bu delili nasıl işlediğine bakalım:
"Sonra yağmura bakıyor, görür ki: O lâtif ve berrak ve tatlı ve hiçten ve gaybî bir hazine-i rahmetten gönderilen katrelerde o kadar Rahmânî hediyeler ve vazifeler var ki, güya rahmet tecessüm ederek katreler sûretinde hazine-i Rabbâniyeden akıyor mânâsında olduğundan, yağmura “rahmet” namı verilmiştir.
Sonra şimşeğe bakar ve ra’dı (gök gürültüsü) dinler, görür ki, pek acip ve garip hizmetlerde çalıştırılıyorlar.
Sonra gözünü çeker, aklına bakar, kendi kendine der ki: Atılmış pamuk gibi bu câmid, şuursuz bulut elbette bizleri bilmez ve bize acıyıp imdadımıza kendi kendine koşmaz ve emirsiz meydana çıkmaz ve gizlenmez. Belki gayet kadîr ve rahîm bir Kumandanın emriyle hareket eder ki, bir iz bırakmadan gizlenir ve def’aten meydana çıkar, iş başına geçer.
Yağmurun taneleri sayısınca menfaatler ve katreleri adedince Rahmânî cilveler ve reşhaları miktarınca hikmetler içinde bulunuyor. Hem o şirin ve lâtif ve mübarek katreler o kadar muntazam ve güzel halk ediliyor ki, hususan yaz mevsiminde gelen dolu o kadar mizan ve intizamla gönderiliyor ve iniyor ki, fırtınalarla çalkanan ve büyük şeyleri çarpıştıran şiddetli rüzgârlar, onların muvazene ve intizamlarını bozmuyor; katreleri birbirine çarpıp, birleştirip zararlı kütleler yapmıyor. Ve bunlar gibi çok hakîmâne işlerde ve bilhassa zîhayatta çalıştırılan basit ve câmid ve şuursuz müvellidülmâ ve müvellidülhumuza (hidrojen-oksijen) gibi iki basit maddeden terekküp eden bu su, yüz binlerle hikmetli ve şuurlu ve muhtelif hizmetlerde ve san’atlarda istihdam ediliyor. Demek bu tecessüm etmiş ayn-ı rahmet olan yağmur, ancak bir Rahmân-ı Rahîmin hazine-i gaybiye-i rahmetinde yapılıyor." (Şualar, Yedinci Şua)
"Şimdi bulutlara bak: Yağmurun şıpıltıları mânâsız bir ses olmadığına ve şimşek ile gök gürlemesi boş bir gürültü olmadığına kat’î delil ise, hâli bir boşlukta o acaibi icad etmek ve onlardan âb-ı hayat hükmündeki damlaları sağmak ve zemin yüzündeki muhtaç ve müştak zihayatlara emzirmek gösteriyor ki, o şırıltı, o gürültü, gayet mânidar ve hikmettardır ki, bir Rabb-i Kerîmin emriyle müştaklara o yağmur bağırıyor ki, 'Sizlere müjde, geliyoruz!' manasını ifade ederler." (Sözler, Otuz Üçüncü Söz, Yirminci Pencere.)
Hülasa: Üç misalle değil, belki üç yüz misalle gösterilebilir ve ispat edilebilir ki, Risale-i Nur Allah’ın varlığını ispatta Kur'anî bir yol takip ediyor. Her şeyde Allah’a bir pencere açıyor. Kur'an gibi, Kâinatı Allah’a delil yapıyor. Her şeyin üstündeki ilahî turra ve mühürleri okuyor ve okutuyor. İlahî hikmeti akıl sahiplerine ders veriyor. Hz. Musa’nın, âsâsını vurarak su çıkarması gibi, Bediüzzaman hazretleri de, âsâsı olan Kur'an’ı nereye vursa, oradan marifet suyunu çıkartıyor. Ne mutlu o suyu içebilenlere!
KUR'AN-I KERİM'İN HAK KELAMULLAH OLMASI MESELESİ
BİRİNCİ MİSAL:
“İşte bu gaybın haberlerindendir, biz sana onu vahyediyoruz. Onlar, hangisi Meryem’e kefil olacak diye kalemlerini atarlarken ve onlar çekişirlerken, sen onların yanında değildin.”(Âl-i İmran, 3/44)
Allah Teâlâ, Kur'an’da, geçmişe ait gaybdan haber vermiş ve bu bahisle Kur'an’ın hak kelam olduğunu ispat etmiştir. Zira Resulullah Efendimiz (asm) okuma ve yazma bilmezdi. Kur'an’ın ifadesiyle, bir harf bile yazmamıştı ve ümmi idi. Böyle bir zatın, gayb olan geçmişten ve gelecekten haber vermesi, verdiği haberin diğer semavî kitaplar tarafından tasdik edilmesi ispat eder ki, O zat (asm.), kendinden ve kendi nefsinden konuşmuyor. O’nu konuşturan, Allamu-l guyub olan Allah’tır. İşte mezkûr ayet-i celile, Resul-i Ekrem Efendimizin (asm) gaybdan haber vermesini delil göstererek, Kur'an’ın hak kelam olduğunu ve aynı zamanda Risalet-i Ahmediyeyi (asm) ispat etmiştir.
Şimdi bu konuda Üstad'ımızın izahına bakalım:
"Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, malûm olan ümmiyetiyle beraber, güya gayr-ı mukayyed olan ruh-u cevvale ile tayy-ı zaman ederek, mazinin a’mâk-ı hafâsına girerek, hazır ve müşahid gibi enbiya-yı sâlifenin ahvallerini ve esrarlarını teşrih etmesiyle..." (Şuâât, Marifetü'n-Nebi.)
İKİNCİ MİSAL:
“Onlar hâlâ Kur'an’ı düşünmüyorlar mı? Eğer Kur'an Allah’tan başkasının katından olsaydı, elbette onda çok ihtilaflar bulurlardı.” (Nisa, 4/82)
Allah Teâlâ, bu ayet ile Kur'an’daki tenasübü (ayetlerin birbiriyle münasebetini ve hepsinin birbiriyle uygun ifadelerini) gösteriyor ve bu intizamı ve içinde ihtilafın olmamasını, Kur'an’ın hak kelam olmasına delil yapıyor.
Şimdi bu konuda Üstad'ımızın izahına bakalım:
"Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan dahi, hakikat-i mümkinâta dair ki o hakikat, dünyanın ibtidâsından tut, tâ âhiretin en nihayetine kadar uzanmış ve Arştan ferşe, zerreden şemse kadar yayılmış olan şecere-i hilkatin hakikatine dair beyanat-ı Kur’âniye o kadar tenasübü muhafaza etmiş ve herbir uzva ve meyveye layık bir suret vermiştir ki, bütün muhakkikler nihayet-i tahkikinde Kur’ân’ın tasvirine 'Maşaallah, bârekâllah' deyip..." (Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Üçüncü Şule.)
ÜÇÜNCÜ MİSAL:
“Muhakkak ki biz sana kitabı hak ile indirdik ki, Allah’ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin.” (Nisa, 4/105)
Bu ayet-i kerimede, Kur'an’ın, insanların arasındaki her türlü meseleyi çözmek için hak olarak gönderildiği beyan buyurulmuştur. Yani ancak Kur'an’ın kanunları insanları ıslah edebilir. Böyle her zamandaki insanları ıslah edecek kanunların olduğu bir kitabı ise, bir beşerin yazması mümkün değildir. Demek ki Kur'an’daki fıtrata uygun bütün kanunlar, bu kitabın, fıtratları yaratan zat tarafından inzal edildiğinin ispatıdır. İnsanların yaptığı kanunların ömrü, insanların ömrü gibi kısa oluyor. Eğer Kur'an -hâşâ- Allah’ın kelamı olmasaydı, içindeki hükümlerin, kıymetini ve geçerliliğini kaybetmesi gerekirdi. Hâlbuki batılı filozofların dahi tasdikiyle Kur'an, kıyamete kadar gelecek olan bütün insanları ıslah edecek tek kitaptır.
Şimdi bu konuda Üstad'ımızın izahına bakalım:
"Ümmî bir zatta (a.s.m.) zuhur eden o şeriat, on dört asrı ve nev-i beşerin humsunu, âdilâne ve hakkaniyet üzere ve müdakkikane hadsiz kanunlarıyla idare etmesi, emsal kabul etmez." (Şualar, Yedinci Şua.)
HZ. MUHAMMED'İN ALLAH'IN RESULÜ OLDUĞU MESELESİ
BİRİNCİ MİSAL:
“De ki ey Habibim! Çağırın Allah’tan başka taptıklarınızı ve Allah’a ortak koştuklarınızı, sonra bana hile yapın ve göz bile açtırmayın. Benim velim Allah’tır ki, kitabı O indirmiştir.” (A'raf, 7/196)
Bu ayet-i celile ile Peygamber Efendimizin (asm) metaneti, cesareti ve tek başına âleme meydan okuması nazara veriliyor ve “Böyle bir kuvvet, ancak Allah’ın resulünde olabilir” diye Nübüvvet-i Ahmediye’ye işaret ediliyor. Yoksa davası batıl olan birisi, bu derece cesareti ve sebatı gösteremez. Hz. Muhammed (asm)’in bu cesareti, peygamberliğinin delilidir.
Şimdi bu konuda Üstad'ımızın izahına bakalım:
"Tebliğ-i risalette ve nâsı hakka davette o derece metanet ve sebat ve cesaret göstermiş ki, büyük devletler ve büyük dinler, hattâ kavim ve kabilesi ve amcası ona şiddetli adavet ettikleri halde, zerre miktar bir eser-i tereddüt, bir telâş, bir korkaklık göstermemesi ve tek başıyla bütün dünyaya meydan okuması ve başa da çıkarması ve İslâmiyeti dünyanın başına geçirmesi ispat eder ki, tebliğ ve davette dahi misli olmamış ve olamaz." (bk. age., On Altıncı Mertebe.)
İKİNCİ MİSAL:
“De ki ey Habibim! Eğer Allah dileseydi, ben size onu (Kur'an’ı) okumazdım ve onu size bildirmezdim. Muhakkak ki ben, sizin içinizde daha önceden bir ömür geçirmiştim.” (Yunus, 10/16)
Kur'an, bu ayetle Resullulah Efendimizin (asm) evvelki hayatını nazara veriyor ve O’nun ilk hayatındaki doğruluğunu, peygamberliğine delil yapıyor. Yani diyor ki:
“Ey insanlar, Muhammed-i Arabî (asm) size yabancı değildir, daha önce sizin ile beraber yaşamıştır. Siz de onun ahlakına ve doğruluğuna şahitsiniz. Kırk senelik ömründe onun bir yalanını görmemişsiniz ve bu yüzden 'Emin!..' lakabını ona layık görmüşsünüz. Hâl böyle iken, şimdi onu yalancılıkla mı itham edeceksiniz?”
Şimdi bu konuda Üstad'ımızın izahına bakalım:
"Tarih ve siyer ve âsâr nokta-i nazarında dikkat olunursa; Muhammed Aleyhisselâm dört yaşından kırk yaşına kadar, lasiyyema hararet-i gariziyenin şiddet-i iltihabı zamanında kemal-i istikametle ve kemal-i metanetle ve tamam-ı ıttırad-ı ahvâl ile ve müsâvat ve muvazenet-i etvar ile ve nihayet iffet ile ve hiçbir hileyi imâ etmemekle beraber yaşadığı nazara alınırsa, sonra istimrar-ı ahlâkın zamanı olan kırk seneden sonra o inkılâb-ı azîm nazara alınırsa; Hak’tan geldiğini ve hakikat olduğunu tasdik etmez ise, nefsine levm etsin." (Muhakemat, Üçüncü Makale, Birinci Meslek)
ÜÇÜNCÜ MİSAL:
“(Yahudiler) şöyle demekle Allah’ı hakkıyla takdir edemediler: ‘Allah hiçbir beşere hiçbir şey indirmemiştir.’ De ki: Musa’nın kendisiyle bir nur ve insanlar için hidayet getirdiği kitabı kim indirdi?” (Enam, 6/91)
Kur'an bu ayetinde, geçmiş peygamberlerden Hz. Musa’yı, Habib-i Kibriya Efendimizin (asm) risaletine delil yapmıştır. Ayet-i celile, işareten şöyle demektedir: Madem Hz. Musa’ya bir kitap indiğini kabul ediyorsunuz, o halde Hz. Muhammed’e inen kitabı da kabul etmelisiniz. Zira Hz. Muhammed’in iddia ettiği dava sadece ona mahsus değildir. Aynı davayı, daha önce geçen birçok peygamberler de dava etmiştir ki, siz bunlardan Hz. Musa’yı tasdik edersiniz.
Şimdi bu konuda Üstad'ımızın izahına bakalım:
"Enbiya aleyhimüsselâmın doğruluklarına ve peygamber olmalarına medar olan ne kadar kudsî sıfatlar ve mu’cizeler ve vazifeler varsa, o zatta en ileride olduğu tarihçe musaddaktır. Demek onlar, nasıl ki, lisan-ı kàl ile Tevrat, İncil, Zebur ve suhuflarında bu zatın (a.s.m.) geleceğini haber verip insanlara beşaret vermişler -ki, kütüb-ü mukaddesenin o beşaretli işârâtından yirmiden fazla ve pek zâhir bir kısmı, On Dokuzuncu Mektub’ta güzelce beyan ve ispat edilmiş- öyle de lisan-ı halleriyle, yani nübüvvetleriyle ve mu’cizeleriyle, kendi mesleklerinde ve vazifelerinde en ileri ve en mükemmel olan bu zatı tasdik edip davasını imza ediyorlar." (Şualar, Yedinci Şua, On Altıncı Mertebe.)
MELEKLERİN VARLIĞININ HAK OLMASI MESELESİ
BİRİNCİ MİSAL:
“Muhakkak ki ahirete inanmayanlar, melekleri dişilerin isimleriyle isimlendiriyorlar.” (Necm, 53/27)
Bu ayet-i kerimede, meleklerin varlığına bir delil vardır. O da şudur: Allah’ın birliğini inkâr eden müşrikler bile meleklerin varlığını kabul edip, vücudları hakkında ittifak etmişlerdir. Demek meleklerin varlığını kabul etmek, semavî dinler hariç, putperestlerde bile mevcuttur. Öyleyse melaikenin vücuduna iman, bedihî bir meseledir, şüphe edilemez. Zira hakikatte olmayıp, sadece vehmin mahsulü olan bir meselede, asırlar ahalisinin ittifak etmeleri mümkün değildir. Madem ittifak etmişler, o halde bu mesele haktır.
Şimdi bu konuda Üstad'ımızın izahına bakalım:
"Bütün ukalâ, turuk-u tabirde ihtilâflarıyla beraber melâikenin mana ve hakikatinin vücuduna icmâ-ı manevi ile ittifak etmişlerdir. Hatta meşşâiyyun, melâikeyi 'envâın mahiyât-ı mücerrede-yi ruhaniyeleri' ile tâbir etmişlerdir. İşrâkiyyun: 'ukûl-u aşere, erbâbu’l-enva' diye tevsim etmişler. Ehl-i edyan 'melekü’l-cibal, melekü’l-bihar, melekü’l-emtar' namlarıyla tesmiye etmişler. Hatta akılları gözlerinde olan maddiyyun ve tabiiyyun dahi mânâ-yı melâikeyi inkâra mecâl bulamamışlar. Belki nevâmis-i fıtratta 'kuvâ-yı sâriye' diye bir cihette tasdike muztar olmuşlar." (İlk Dönem Eserleri, Nokta Risalesi.)
İKİNCİ MİSAL:
“Muhakkak ki rabbinin katında, O’na ibadetten kibirlenmeyen ve onu tesbih eden ve onun için secde eden melekler vardır.” (A'raf, 7/206)
Kur'an, bu ayet-i kerime ile melaikenin vücuduna şöyle bir delil getiriyor: Meleklerin olması zaruridir. Çünkü bu âlemde, Cenab-ı Hakk’ı tesbih etmek, mahlûkatı tefekkür etmek, sanatlı eserlerde görünen isim ve sıfatları keşfetmek, Allah’ın kemal ve cemalini seyretmek, ona iman ve ibadet etmek gibi mühim vazifeler vardır. Hâlbuki insan bu vazifelerden çoğunu yapamıyor. Yaptığını da hakkıyla eda edemiyor. O halde bu vazifeyi ifa edecek mahlûklar lazımdır ki, onlar da meleklerdir.
Şimdi bu konuda Üstad'ımızın izahına bakalım:
"Hem hiç mümkün müdür ki, zeminin yüzünü mütemadiyen zîhayatlarla doldurup boşaltan ve kendini tanıttırmak ve ibadet ve tesbihat ettirmek için bu dünyamızı zîşuurlarla şenlendiren bir Sultan-ı Zülcelâl, semavatı ve yıldızları boş ve hâli bıraksın; onlara münasip ahâliyi yaratıp, o semavi saraylarda iskân etmesin ve saltanat-ı rububiyetini en büyük memleketinde hademesiz, haşmetsiz, memursuz, elçisiz, yaversiz, nazırsız, seyircisiz, âbidsiz, raiyetsiz bıraksın? Haşa, melekler sayısınca haşa!" (Şualar, On Birinci Şua, Dokuzuncu Mesele.)
Hülasa: Buraya kadar yapılan muvazenelerden tezahür etti ki, Risale-i Nur Kur'anî bir yolu takip etmiştir. Hatta birçok cümlesi, Kur'an ayetlerinden iktibas edilmiştir. Bizler bu uzun meseleyi burada kesiyor ve diğer iman ve İslam hakikatlerinin mukayesesini sizlerin fikrine havale ediyoruz. Bir pencere açabildiysek, Allah’a hamd-ü sena olsun.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Bazı ehl-i Cennete dünya kadar bir yer veriliyor; yüz binler kasır, yüz binler huri ihsan ediliyor.” Birtek adama bu kadar şeylerin ne lüzumu var, ne ihtiyacı var?Aslında ihtiyacın çıktığı saik anlaşılıyor bu soruyla. Her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır.Bunların tatmin yeri ancak âhiret.