"Hayatta hissiyat suretinde kaynayan memzuç nakışlar, pek çok esma ve şuûnât-ı zatiyeye işaret eder, gayet parlak bir surette Hayy-ı Kayyumun şuûnât-ı zatiyesine ayinedarlık eder..." Bu hassas konuyu biraz açabilir miyiz?
Değerli Kardeşimiz;
Hayat ruhun bir sıfatı olması sebebiyle bu ifadeyi ruhta hissiyatın kaynaştığı şeklinde anlayabiliriz. Bu hislerin her biri, esma tecellileriyle ortaya çıktıkları gibi, gördükleri vazifelerle de “pek çok esma ve şuûnât-ı zatiyeye işaret eder"ler. Bu işaretler hakikate ulaştırmada büyük bir ehemmiyete sahip olduğundandır ki Üstad Hazretleri bunlar için, “gayet parlak bir surette” ifadesini kullanır.
Üstad Hazretleri bu derste konuyu misallerle açıklama cihetine gitmediğinin hikmetini cümlenin sonunda ifade etmekle birlikte Otuz İkinci Söz’ün Dördüncü Remzinde bu hakikatin üç misalini vermiş, ancak yanlış anlaşılmalara meydan vermemek için de “mukaddes, münezzeh” gibi ifadeler kullanmıştır. O üç misali sizlerin mütalaasına havale ederek şu hadis-i kudsi üzerinde konuşalım:
“Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeye muhabbet ettim ve kâinatı yarattım.” (Acluni, Keşfü'l-Hafa, II, 132)
İşte bilinmeye muhabbet etmek şuunât-ı ilahiyeden bir şe’ndir. İnsanın his âleminde de bunun bir misali mevcuttur. İnsan da kendisinde olan bir gizli kemali ya eser vermekle yahut anlatmakla ve yazmakla ortaya koyar. Burada gözden uzak tutulmaması gereken mühim bir nokta, Allah’ın varlığının vacib, insanınkinin ise mümkün olduğudur. Mümkün vacibe hiçbir cihetle benzemez. Yani mümkünün de sıfatları vardır, ama bu sıfatlar hep mahlukturlar. O mümkünün zatı Cenab-ı Hakk’a benzemediği gibi sıfatları da benzemez. İnsanın yaptığı bir eseri başkasının nazarına sunmaktan duyduğu lezzet mahlûk lezzetidir, Allah’ın kendi kemalatını insanların ve ruhanilerin nazarlarına sunmasında ise Hâlık lezzeti söz konusudur. Bunlar sadece kelime olarak birbirine benzer, mahiyet olarak aralarında bir bağ kurulamaz. Üstadımız da bu hakikati ders vermek üzere “lezzet-i mukaddese” ifadesini kullanır. Yani onun şuunâtından olan lezzet hiçbir lezzete benzemez, umumundan mukaddestir, âlidir. Kendi ifadesiyle;
" 'Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesrûriyet-i kudsiye' tabir edilen, izn-i şer’î olmadığından yâd edemediğimiz gayet münezzeh, mukaddes şuûnâtı vardır ki…" (Sözler, Otuz İkinci Söz, İkinci Mevkıf)
Biz hayatımızda kaynayan binlerce hissin hangisinin hangi esmaya yahut ilahi şuunâttan hangi şe’ne baktığını düşünmeye kalktığımızda buna güç yetiremeyeceğimiz gibi, birçok yanlış telakkilere de kapılabiliriz. Onun için bu hususa kafa yormak yerine şöyle düşünmeliyiz:
Beni ahsen-i takvimde yaratan ve bütün esmâsına en câmi’ bir ayine olmakla şereflendiren Rabbim, ruhuma taktığı sıfatlarıma da İlâhî sıfatlara işaretler koymakla bana büyük bir ihsanda bulunduğu gibi, hisler âlemimi bu kadar zengin yaratmakla da bu ihsanını ayrı bir sahada yine göstermiştir. Ben bu hisleri doğru kullanmakla onlara taalluk eden ilahi isimlerden feyz alırım. Ama bunların hepsinin ilahi şuunât ile yakın alakalarını bilemem; bilmem de gerekmez.
Üstadımızın verdiği üç misal için kullandığı “mukaddes, münezzeh” gibi kayıtlar, bu konuda bize güzel bir rehberdir.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü