"Her şey ile her şeyi görebilir, seslerini işitebilir. Ve her şey ile her şeyi bilir." ifadesini izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Mahluk olan bir tek ruh, bedenin her yerinde hazır ve nazırdır. Bütün azaları ve hücreleri kolaylıkla ve şaşırmadan tedbir ve tasarruf ediyor.
Önce, Üstad Hazretlerinin ehemmiyetle nazara verdiği şu hakikat derslerini hatırlamamız ve konuyu onların ışığında değerlendirmemiz gerekiyor. Buyuruyor ki;
"Vacibü'l-Vücud, zatında, mahiyetinde mümküne benzemediği gibi, ef'alinde de benzemiyor." (Mesnevî-i Nuriye, Zerre)
“Cenâb-ı Hakk’ın zat ve sıfatında, misil ve misali yok; fakat, mesel ve temsil ile bir derece şuunâtına bakılabilir.” (Sözler, Otuz İkinci Söz, İkinci Mevkıf)
Buna göre, Allah’ın varlık âlemini yaratması ve onlardaki tasarrufu ve icraatı, ne Güneş'in eşyayı aydınlatmasına benzer, ne yerküresinin üzerindeki eşyayı çekip tutmasına ve ne de insanların uyduları yerden idare etmelerine benzer. Bunlardan sonsuz derece farklıdır. Ancak bu gibi misaller değerlendirilerek şu neticeye varılır:
Allah’ın yarattığı bu varlıklar, onun ihsanıyla, onun verdiği kuvvet ve kudretle böyle harika işler sergiliyor ve icraatlarını gayet kolay yapıyorlar. Elbette Allah, bütün eşyayı bu misallerin çok ötesinde bir mükemmellik ve kolaylıkla yaratır, sevk ve idare eder.
Böyle düşünmeyip de misalle hakikat arasında doğrudan bir münasebet kurmaya kalkışmak, insanı yanlış yola götürür.
Üstad Hazretleri On Altıncı Söz’deki temsilde şöyle umumi bir kaide nazara veriliyor:
"Bir tek zat, muhtelif meraya vasıtasıyla külliyet kesbeder. Cüz'î-yi hakiki iken, umumi şuûnata malik bir küllî hükmüne geçer."
Yani bir tek şahıs, kendisi cüz’î bir fert olduğu halde farklı aynalar yoluyla küllîleşir, bir anda çok işler görebilir. Bunun günümüzde en açık misali televizyon programlarıdır. Orada konuşan bir tek şahıstır, her ekran bir ayna kabul edilirse, o konuşma milyonlarca farklı mekânda, farklı kişilerce seyredildiğinde, o şahıs sanki külliyet kazanmış, milyonlarca şahsa birlikte hitap etmiştir.
Bir âlimin eserlerini de onun ilminin birer aynası olarak kabul edebiliriz. O tek şahıs kitabını okuyan her kişiyle sohbet etmiş gibi olur ve sohbeti külliyet kazanır.
Üstad Hazretleri “bir tek zatın, muhtelif aynalar vasıtasıyla külliyet kazanmasına” Güneş'i misal olarak veriyor. Güneş tek bir varlıktır, ama şeffaf şeylerdeki tecellileri sayılamayacak kadar çoktur; yeryüzünü akisleriyle doldurur. Denizlerden, damlalardan, bütün gözlere kadar sayısız eşyada tecelli eder; onlar üzerinde iş görür.
Buna nebatat âlemini de kattığımızda, Güneş bir anda birbirinden ayrı sonsuz denecek kadar çok işi birlikte görmektedir. Cevabın giriş bölümünde de işaret edildiği gibi, bu misal şöyle değerlendirilecektir:
Allah’ın sema ordusundan bir nefer olup “Nur” isminin kesif bir gölgesine mazhar olan Güneş, bir anda bu kadar farklı icraatları karıştırmadan, yorulmadan, büyük-küçük fark etmeden,…, yaparsa elbette onu yaratan Allah’ın bu varlık âlemindeki icraatları son derece kolay olur, bir iş bir işe mani olmaz, büyük-küçük, yakın-uzak farkı söz konusu değildir.
Güneş'in sıfatları hükmünde olan ışığı, harareti ve renkleri bütün eşyayı ihataettiği gibi, Cenâb-ı Hakk’ın da sonsuz ve muhit olan sıfatları bütün mahlukatı kuşatmıştır.
Güneş, bu cihetiyle vahidiyete bir misal olmaktadır.
Diğer taraftan, Güneş, sıfatlarıyla tecelli dairesindeki bütün varlıkları ihata etmenin yanında, onların her biriyle de sanki hususi olarak alakadar olmakta, her birisine onun kabiliyetine göre feyiz vermektedir.Güneş bu cihetiyle de ehadiyete bir misal olmaktadır.
Vahidiyet, Allah’ın sıfatlarının bütün mahlûkatı ihata etmesini, nihayetsiz sıfatlara sahip ondan başka kimse bulunmadığını ifade eder. Bunun yanında her bir mahlûkta, kabiliyetine göre, ilahi isimler ve sıfatlar tecelli etmektedir.
Bir aynadaki tecelli de Güneş'in birliğini gösterir, bütün eşyayı kaplamış ışık da. Birincisi ehadiyet, ikincisi vahidiyet olarak ifade ediliyor.
Ehad; Allah’ın zatının bir olduğunu, eşinin ve benzerinin olmadığını ifade eder. Vahid ise, sıfatlarının birliğini, yani o sıfatların da eşi ve benzerinin olamayacağını bildirir.
Güneş'in yedi renginin yedi sıfatı olmasında da şöyle bir işarî mana vardır: Bilindiği gibi itikad imamlarımızdan İmam-ı Matüridî’ye göre Allah’ın sıfatları sekiz, İmam Eş’ariye göre ise yedidir. Eş’ariye göre “tekvin” sıfatı kudret ve irade içinde düşünülmüş, ayrı bir sıfat olarak görülmemiştir.
Üstad'ın Güneş misalinde bu görüşe bir işaret yapılmıştır.
Aynada Güneş'in “bir nevi cilve-i zatının görünmesine” gelince:
Aynada görünen Güneş, Güneş'in zatı değil, zatının bir nevi cilvesidir.
Cenâb-ı Hakk’ın bir nevi cilve-i zatı, ancak müminin kalbinde ona olan “imanı” olarak anlaşılabilir.
“Ben yere göğe sığmadım, ancak mümin kulumun kalbine sığdım.” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ II, 165; İmam ı Gazâlî, İhyâ-u Ulûmiddîn, III, 14.)
mealindeki hadis-i kudsî de insanın hem iman, hem de marifet cihetinden bütün mahlûkattan ileri olduğunu ders vermektedir.
Beden çok nuraniyet kesb etmişse, her bir cüz’ü ile görebilir ve işitebilir. Mesela, Peygamber Efendimizin (asm) her bir aza ve cihazı nuraniyet ve letafet kazanmıştır. Bu yüzden, Resulullah Efendimiz (asm) arkadan gelen kişiyi de öndeki kişi gibi görüyordu.
"Acaba, maddeden mücerred ve muallâ ve tahdid-i kayıt ve zulmet-i kesafetten münezzeh ve müberra ve şu umum envar ve bütün nuraniyat onun envar-ı kudsiye-i esmasının bir kesif zılali ve umum vücud ve bütün hayat ve âlem-i ervah ve âlem-i misal, nim-şeffaf bir âyine-i cemali ve sıfatı muhita ve şuunatı külliye olan bir Zat-ı Akdes’in irade-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhitle tecelli-i sıfatı ve cilve-i ef’ali içindeki teveccüh-ü ehadiyetinden hangi şey saklanabilir, hangi iş ağır gelebilir, hangi şey gizlenebilir…" (Sözler, On Altıncı Söz)
Evet, Cenab-ı Hak zatı itibariyle maddeden ve mekândan münezzeh olmakla birlikte, bin bir ismiyle mahlukatta tecelli ettiğinden Semi’, Basîr, Alîm isimleriyle, her şeyle her şeyi işitir, görür, bilir. Zalimi gördüğü gibi, balıkların şikâyetini işitir ve bilir.
"Hadîste var ki: 'Hatta deniz dibindeki balıklar dahi günahkâr ve zalimlerden şekvâ ediyorlar ki, onların yüzünden yağmur kesilir, hatta bizim de nafakamız azalır.' derler." (Emirdağ Lâhikası,14. Mektup.)
Hadis-i şerifteki,
“Pazartesi ve perşembe günleri ameller (Allah'a) arz olunur.” (Tirmizî, Savm 44)
ifadesiyle, amelleri yazan kiramen kâtibin meleklerinin amelleri Cenab-ı Hakk’a arz ettiğini anlamaktayız. “Her şey ile her şeyi bilir.” cümlesini bu şekilde de anlamak mümkündür. Cenab-ı Hak, ilm-i ezelisiyle olmuş, olmakta olan ve olacak her şeyi bildiği gibi, meleklerin arz etmesiyle de bilir.
Bir başka bakış açısıyla “her şeyle her şeyi görme, her şeyle her şeyi bilme” mevzuunu şu şekilde ele alabiliriz:
Allah “basar” sıfatı ve “Basîr” ismiyle her şeyi bizzat görmektedir. Bunun yanında Cenab-ı Hak yarattığı her şeyde bu isim ve sıfatın tecellilerini de görmektedir. Yani Cenab-ı Hak hem kendi nazarıyla hem de mahlukatın nazarıyla bu âlemi görmektedir.
"…her cemal ve kemal sahibi kendi cemal ve kemalini görüp ve göstermek istemesi sırrınca, elbette o sultan-ı zîfünun dahi bir meşher açmak ister ki, içinde sergiler dizsin, ta nasın enzarına saltanatının haşmetini, hem servetinin şaşaasını, hem kendi sanatının harikalarını, hem kendi marifetinin garibelerini izhar edip göstersin ta, cemal ve kemal-i manevîsini iki vech ile müşahede etsin: Bir vechi, bizzat nazar-ı dekaik-aşinâsıyla görsün. Diğeri, gayrın nazarıyla baksın." (Sözler, Otuz Birinci Söz, Üçüncü Esas)
"Allah Âlim’dir." Gizli aşikâr, olmuş olacak her şeyi bilir.
"...O her şeyi bilir bir Alîm'dir." (Bakara, 2/29)
Allah öyle bir alîmdir ki, ezelden ebede, gizli aşikâr, olmuş ve olacak her şeyi her şeyi ile bilir. Yaratılan ve henüz yaratılmayan her mevcut, semavat ve arz, mazi ve müstakbel onun huzurunda ve ilminde hazırdır. Ezelden ebede, yaratılmış ve yaratılacak bütün eşyanın plan ve programları, mahiyet ve hakikatleri, suret ve siretleri onun ilminde mevcuddur.
"...Muhakkak ki, Allah Semi'dir.” (Mücadele, 58/1)
“Şüphesiz göklerin ve yerin gaybını Allah bilir. Allah, ne yapıyorsanız hakkıyla görücüdür." (Hucurat, 49/18)
"Gözü veren Zat, hem gözü görür, hem ince bir mana olan gözün gördüğünü görür, sonra verir." (Şualar, İkinci Şua, Birinci Makam)
Cenab-ı Hak, her şeyi her yönüyle ve en ince teferruatına kadar görür. Zira onların Hâlık’ı Allah’tır. Onun görme sıfatından hiçbir şey hariç kalamaz. İnsana gözü veren, elbette o göze lazım görüntü âlemini de görür ve ona göre yaratır.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü