"İ’lem eyyühe’l-aziz! Âfâkî malûmat, yani hariçten, uzaklardan alınan malûmat, evham ve vesveselerden hâli olamıyor..." Devamıyla izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"İ’lem Eyyühe’l-Azîz! Âfâkî mâlûmat, yani hariçten, uzaklardan alınan mâlûmat, evham ve vesveselerden hâlî olamıyor. Amma, bizzât vicdânî bir şuura mahal olan enfüsî ve dahilî malûmat ise, evham ve ihtimallerden temizdir. Binaenaleyh merkezden muhite, dâhilden harice bakmak lâzımdır."(1)
Âfâkî mâlûmat, bizim dışımızda kalan eşya hakkında edindiğimiz bilgiler demektir. Bu eşyanın bütün sıfatlarını ve yaratılış hikmetlerini tam olarak kavrayamadığımız için bu konudaki bilgilerimiz hakikatten sapabilir, vehim eseri olabilir.
Fakat kendi bedenimize ve ruhumuza ait enfüsî malumat ise vehimlerden uzaktır. Organlarımızın vazifelerini, yaratılış hikmetlerini, ruh dünyamızın harika tanzimindeki ilâhî mucizeleri çok bedihi olarak biliriz. Bu bilgiler vehimlerden ve asılsız tahminlerden uzaktır. Meselâ, gözümüzün görme aleti, ayaklarımızın da yürüme organı olduğu hakkında hiçbir tereddüdümüz olmaz, farklı bir ihtimal üzerinde durmaz, bir vehme kapılmayız.
Ancak, biz bir galaksideki yıldız kümelerinin hikmetlerini, elimizin parmaklarını bilir gibi bilemeyiz. Herhangi bir yıldıza bakarak, “Acaba şu yıldız ne için yaratılmış?” diye merak ettiğimizde bu sualimize verebileceğimiz net bir cevap olmaz. Ama saçımızdan tırnağımıza, gözümüzden kalbimize, beynimizden aklımıza kadar bütün maddî ve manevî cihazlarımızın vazifelerini, yaratılış hikmetlerini biliriz. Bunların hiçbirinin hikmetsiz ve gayesiz olduğunu düşünmeyiz, böyle bir vehme asla kapılmayız.
Bu derste Üstad Hazretleri bizlere şu varlık âlemini temaşa ve tefekkür ederken “merkezden muhite, dâhilden harice” bakmamızı tavsiye ediyor. Yani, kendi âza ve hücrelerimizin hikmetlerini anladıktan sonra, gökyüzündeki yıldızların da mutlaka hikmetli yaratılmış olduğunu şöyle düşünmemiz gerekir: "Ben kâinat ağacının meyvesiyim, bendeki her âza ve latife çok hikmetli, mânalı ve faydalı olduğuna göre, kâinatta da faydasız ve hikmetsiz hiç bir varlık olamaz. Ancak, bunların tamamını bilmeye benim ilmim kâfi gelmez."
Tefekkür başlıca iki sahada gerçekleşir: Enfüs ve âfak. Bir başka ifadeyle, “insanın kendi zâtı” ve “haricî âlem.” Birincisine “enfüsî,” değerine “âfakî” tefekkür deniliyor.
Enfüsî, “nefse ait” demektir. Buradaki nefis kelimesi, ruhla bedeni birlikte ifade eder ve “zât” mânâsına gelir.
Buna göre, enfüsî tefekkürün iki ayrı sahası vardır: Birisi ruh, diğeri ise beden. Afakî tefekkürde ise bedenimizi kuşatan hava tabakasından yıldızlara ve ötelerine kadar bütün kâinatın düşünülmesi, tefekkür edilmesi söz konusudur. Afakî malûmât için, “hariçten, uzaklardan alınan malûmat,” şeklinde bir tarif getiriliyor. “Hariç” kelimesiyle birlikte “uzak” kelimesi, bilhassa zikredilmiş.
Elma ağacı da bizim haricimizdedir, ama neye yaradığını biliriz. Onu Rezzak isminin bir tecellisi, ilâhî ihsanın bir sofrası olarak görür Rabbimize şükrederiz. Ama yıldızlar âlemini değerlendirmemiz bu kadar rahat ve kolay olmaz. Böyle olunca, işimize yaramadığını zannettiğimiz bitki çeşitlerinden, yıldızlar âlemine kadar nice varlıkta tecelli eden ilâhî hikmet ve rahmeti anlamakta güçlük çekeriz. Bu noktada, nefis ve şeytan devreye girip, bunları faydasız ve gayesiz göstermeye çalışabilir.
Ama enfüsî tefekkür böyle değildir. Burada “vicdanî bir şuur” söz konusudur. Samanyolu’nun faydasını anlamayabiliriz, ama atomlar ve hücreler esas alındığında, her biri bir ayrı Samanyolu gibi olan kollarımızı çok rahat tefekkür edebiliriz; bunların faydası konusunda kalbimize en küçük bir tereddüt bile gelmez. Bu faydalar, vicdanımıza mâl olmuş bir ilim olarak çok iyi bilinir ve hissedilirler.
Vicdanen bildiklerimizin başında, ruh dünyamız ve ona takılı hissiyat âlemimiz gelir. Ruhumuza Kudret sıfatının konulmuş olmasıyla, Allah’ın Kudret sıfatını vicdanen biliriz. Şu var ki, bizdeki sıfatlar da ruhumuz gibi mahlûkturlar ve Allah’ın sıfatları bunlara benzemekten münezzehtir.
Aynı şekilde, irade sıfatımızda Allah’ın irade sıfatını, görme sıfatımızda Basir, işitme sıfatımızda Semi’ ismini bilebiliriz. İnsanın, önce evinden çıkıp sonra çarşıları, pazarları dolaşması gibi, tefekküre de nefsinden başlaması sonra haricî âlemi dolaşması en doğrusudur. Nitekim Mesnevî-i Nuriye'de "Nefsî tefekkürün tafsilatlı, afakî tefekkürün ise icmalî yapılması" tavsiye edilir. Her hücremizin, her duygumuzun faydasını inceden inceye araştırabiliriz, ama aynı şeyi hariç âlemde yapmamız hem yanlış olur hem de mümkün olmaz. Çünkü haricimizdeki her şeyi nefsimiz gibi bariz olarak bilemeyiz. Burada icmalî malumat kâfidir.
Elbette ki, kâinat kitabının belli bir sayfasını inceleyen ilim adamları, o sahayı incelikleriyle kavramaya, anlamaya çalışabilirler. Ancak, onlar da başka ilim dallarını, yine "icmalî" tefekküre mecbur kalırlar.
(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Habbe.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Enfüsi tefekkür, insanın kendi vücudu ve organları üzerinde yapılan tefekkür, afaki tefekür de afaktaki yani yıldızlar, galaksiler yani bizden uzak cisimler hakkında yapılan tefekkür demek değildir. Buradaki yakınlık ve uzaklık, cismani yani maddi yönden değil, insanın zihin ve his dünyasına yakın olup olmama meselesidir. Örneğin, şöyle nimetler yarattım diyen bir ayeti, o haliyle yani bizden uzakta tasavvur edip, "Allah kimbilir neler yaratmıştır. Onun herşeye gücü yeter" gibisinden afaki konuşarak yakine varamayız. Üstad'ın dediği gibi "Âfâkî malûmat, yani hariçten, uzaklardan alınan malûmat, evham ve vesveselerden hâli olamıyor." Bizden uzak olduğundan, vehmi bir malumat olarak kalıyor. Dolayısı ile "Amma, bizzat vicdanî bir şuura mahal olan enfüsî ve dahilî malûmat ise, evham ve ihtimallerden temizdir." düsturu gereği, nefsimizde karşılığı olan bir makamdan tefekkür etmek lazım gelir. Güneşi lamba olarak yarattıysa eğer, lambanın bizim dünyamızdaki karşılığını dikkate alarak tefekkür etmeliyiz; ki buna enfüsi tefekkür denir. Değilse, güneşin veya yıldızların bizden maddeten uzak olmasının bununla bir alakası yoktur.