"İ’lem eyyühe’l-aziz! Bu güzel âlemin bir mâliki bulunmaması muhal olduğu gibi, kendisini insanlara bildirip târif etmemesi de muhaldir..." Devamıyla izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"İ’lem eyyühe’l-aziz! Bu güzel âlemin bir mâliki bulunmaması muhal olduğu gibi, kendisini insanlara bildirip târif etmemesi de muhaldir. Çünkü insan, mâlikin kemâlatına delâlet eden âlemin hüsnünü görüyor. Ve kendisine beşik olarak yaratılan küre-i arzda istediği gibi tasarruf eden bir halifedir. Hattâ semâ-i dünyada dahi aklıyla çalışıyor ve küçüklüğüyle, zâfiyetiyle beraber harika tasarrufat-ı acibesiyle eşref-i mahlukat ünvanını almıştır. Ve elinde cüz-ü ihtiyarî bulunduğundan, bütün esbab içerisinde en geniş bir salâhiyet sâhibidir."
"Binaenaleyh, Mâlik-i Hakikî'nin rusül vasıtasıyla böyle yüksek, fakat gafil abdlerine kendisini bildirip târif etmesi zarurîdir ki, o Mâlik'in evâmirine ve marziyatına vakıf olsunlar."(1)
Bu güzel âlemde her şey insana ilâhî bir ihsan ve ikram… Ve insan bu güzellikleri ve bu ikramları anlayacak ve takdir edecek bir yaratılışa sahip. Cismi itibarıyla küçük bir varlık ama arza halife kılındığı için pek çok eşyada tasarruf edebiliyor, elinin ulaşamadığı sahalarda da aklıyla dolaşıyor, onlardaki hikmetleri araştırıp buluyor.
İşte bu derste önce insanın mahiyetinin ulviyeti, böyle çeşitli yönleriyle hatırlatıldıktan sonra, ona cüz’î irade verildiğine dikkat çekiliyor ve bu iradenin doğru kullanılması için Cenâb-ı Hakk'ın insanlara kendini tanıtması, emirlerini bildirmesi ve onun nasıl bir kul olmasını istediğini öğretmesi gerektiği nazara veriliyor.
Kur’ân elimizde ve Allah’ın razı olduğu insan modelinin en mükemmel temsilcisi olan Resullullah Efendimiz de (asm.) rehber olarak önümüzde bulunuyor. Bize düşün vazife, bu iki büyük ihsanı görmezlikten gelen “gafil abdler” grubuna dâhil olmaktan büyük bir hassasiyetle kaçınmak ve cüz’î irademizi rıza ve istikamet çizgisinde kullanma konusunda azamî gayret göstermemizdir.
Ortada bir mülk varsa, o mülkün maliki de vardır. Bütün kâinatın, her mülkün sahibi Allah’tır ve "Mülk umumen O’nundur."
Allah’ın varlığı ezelîdir. Bütün mahlûkat sonradan yaratılmışlardır. Yaratılan bu hâdis ve fani mahlûklar hep Allah’ın mülküdürler. İnsanların bu dünyada sahip oldukları mülkler de onların kendi malları değil, birer emanettirler ve birer imtihan vesilesidirler.
Bir insanın bir şeye hakiki malik olmasının birtakım yolları vardır. O şeyi ya kendisi yapmıştır, ya satın almıştır yahut ona miras kalmıştır. İnsanın ne kendi varlığı ne de sahip olduğu araziler, mallar, mülkler, bağlar ve bahçeler onun mülkü değildir. Hepsi Allah’ın yaratmasıyla var olmuşlar ve insanlara onlarda tasarruf etme imkânı ihsan edilmiştir. Güneşten kopan bir ateş kitlesinin çok uzun bir terbiyeden geçerek toprak haline gelmesinde, insanın hiçbir rolü olmadığı ve o mülke hakiki mânada sahip olamayacağı bedihî bir hakikattir.
“Mal sahibi mülk sahibi. Hani bunun ilk sahibi” diyen Yunus’umuz, insanların malikiyet iddialarının geçersizliğini latif bir üslüpla çok güzel ifade ediyor.
"O’nun varlığının ve kudretinin delillerinden biri de: Gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin farklı olmasıdır. Elbette bunda bilen ve anlayan kimseler için ibretler vardır." (Rum, 30/22)
Eşyanın ve mahlûkatın birbirine benzemesi, Yaratıcı'nın birliğine işaret ettiği gibi, her birinin hususî bir imtiyaza ve kimliğe sahip olması da O’nun irade sahibi olduğunun delilidir.
Her şeyi mükemmel bir şekilde tedbir ve idare eden Allah’ın, insan ile konuşmaması, kendini tarif edecek resul ve kitaplar göndermemesi mümkün değildir. Kâinat kitabı ile Kur’ân Allah’ın kendini bize tanıtmak istediğinin en bariz bir delilidir. Çünkü kâinat bir kitap, Kur’ân onun tefsiri, nebiler ise muallimleridirler. Bu üçü arasındaki münasebet, o kadar zahirdir ki selim akıllarca açıkça görülür ve bilinir.
(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Zeylü'l-Habbe.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü