"İ’lem eyyühe’l-aziz! Dünyada sana ait çok emirler vardır. Amma ne mâhiyetlerinden ve ne âkıbetlerinden haberin olmuyor..." devamıyla izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"İ’lem Eyyühe’l-Azîz! Dünyada sana âit çok emirler vardır. Amma ne mahiyetlerinden ve ne âkıbetlerinden haberin olmuyor."
"Biri, cesettir. Evet, cesedin genç iken lâtif, zarîf ve güzel gül çiçeğine benzerse de, ihtiyarlığında kuru ve uyuşmuş kış çiçeğine benzer ve tahavvül eder."
"Biri de hayat ve hayvaniyettir. Bunun da sonu ölüm ve zevaldir."
"Biri de insaniyettir. Bu ise, zeval ve beka arasında mütereddittir. Dâim-i Bâkînin zikri ile muhafazası lâzımdır."
"Biri de ömür ve yaşayıştır. Bunun da hududu tâyin edilmiştir. Ne ileri ve ne de geri bir adım atılamaz. Bunun için elem çekme, mahzun olma. Tahammülünden âciz, tâkatinden hâriç olduğun tûl-i emel yükünü yüklenme!"
"Biri de vücuttur. Vücut zâten senin mülkün değildir. Onun mâliki ancak Mâlikü’l-Mülktür. Ve senden daha ziyade senin vücuduna şefkatlidir. Binaenaleyh, Mâlik-i Hakikînin daire-i emrinden hâriç o vücuda karıştığın zaman zarar vermiş olursun. Ümitsizliği intaç eden hırs gibi.
"Biri de belâ ve musibetlerdir. Bunlar zâildir, devamları yoktur. Zevalleri düşünülürse, zıtları zihne gelir, lezzet verir."
"Biri de sen burada misafirsin ve buradan da diğer bir yere gideceksin. Misafir olan kimse, beraberce getiremediği bir şeye kalbini bağlamaz. Bu menzilden ayrıldığın gibi, bu şehirden de çıkacaksın. Ve kezâ, bu fâni dünyadan da çıkacaksın. Öyle ise, aziz olarak çıkmaya çalış."
"Vücudunu Mûcidine feda et. Mukabilinde büyük bir fiyat alacaksın. Çünkü fedâ etmediğin takdirde ya bâd-ı hevâ zâil olur, gider veya onun malı olduğundan yine ona rücû eder."
"Eğer vücuduna îtimad edersen, ademe düşersin. Çünkü ancak vücudun terkiyle vücut bulunabilir. Ve kezâ, vücuduna kıymet vermek fikrinde isen, o vücuddan senin elinde ancak bir nokta kalabilir. Bütün vücudun cihat-ı erbaasiyle ademler içerisinde kalır. Amma, o noktayı da elinden atarsan vücudun tam mânâsıyla nurlar içinde kalır."
"Biri de dünyanın lezzetleridir. Bu ise, kısmete bağlıdır. Talebinde kalâka düşer. Ve sür'at-i zevali îtibariyle aklı başında olan onları kalbine alıp kıymet vermez."
"Dünyanın âkıbeti ne olursa olsun, lezâizi terketmek evlâdır. Çünkü, âkıbetin ya saadettir, saadet ise şu fâni lezâizin terkiyle olur. Veya şekavettir. Ölüm ve idam intizarında bulunan bir adam, sehpanın tezyin ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi?"
"Dünyasının âkıbetini küfür sâikasıyla adem-i mutlak olduğunu tevehhüm eden adam için de terk-i lezâiz evlâdır. Çünkü, o lezâizin zevaliyle vukua gelen hususî ve mukayyed ademlerden adem-i mutlakın elîm elemleri her dakikada hissediliyor. Bu gibi lezzetler, o elemlere galebe edemez."(1)
Emir; kanun, buyruk, iş gibi mânalara geliyor. Dersin devamında emir olarak sunulan “ceset, hayat, insaniyet, vücûd, belâ ve musibetler” gibi maddelere baktığımızda burada emir kelimesinin buyruk mânasında değil, iş, hâdise, mesele mânasında kullanıldığı anlaşılıyor.
Mahiyet; bir şeyin ne olduğu, akıbet ise o şeyin sonunun ne olacağı demektir.
“Ceset, hayat ve hayvaniyet, insaniyet.”
Nur Külliyatında insanın üç ayrı yönü olarak nebatiyet, hayvaniyet ve insaniyet cihetleri nazara veriliyor. Bu cümlede geçen ceset kelimesini insanın nebatî ciheti olarak anlamanın doğru olacağını düşünüyoruz. İnsan cesedinin ilk tohumu da tıpkı bir bitkinin toprağa ekilmesi gibi, ana rahmine düşüyor, orada rahim duvarına yapışarak büyümeye başlıyor. Dokuz ay sürecek olan bu terakki yolculuğunun yaklaşık dördüncü ayında bedene ruh ilka ediliyor. Böylece, hayat ve hayvaniyet dönemi başlamış oluyor. İnsanlık dönemi ise o dünya yolcusunun düşünme ve tefekkür etme noktasına gelmesiyle başlar.
İnsan sadece cismini beslemeye çalıştığı takdirde, hükmen bitki makamında kalmış demektir. Hayvaniyet; yeme, içme, görme, işitme, yürüme, çoğalma cihetleridir. Bir insan ömür sermayesini ve insaniyet nimetini sadece bu ve benzeri sahalarda kullandığı takdirde de hükmen hayvan makamında kalır.
Doğru düşünmeyle insaniyet makamı kendini gösterir ve bu doğru düşünce onu Üstadımızın ifadesiyle “insaniyet-i kübra olan İslâmiyet”le şereflendirir. Aksi halde, yanlış fikirler, bozuk hayat düzeni ve batıl itikadlar insanı, hayvandan daha aşağı düşürebilir.
“...Onlar hayvanlar gibidirler, belki yolca onlardan daha da şaşkındırlar.” (Furkan Suresi, 25/44)
İnsaniyetin “zeval ve beka arasında mütereddit” olması, bu dersi vermektedir. Yâni, bu büyük sermaye yerinde kullanılırsa beka bulur, ahirette de ebediyen bu büyük nimetten istifade edilir. Aksi halde, zevale gider ve insanlık mahiyeti hayvandan daha aşağı bir derekeye düşer.
İnsan, kendini misafir bilerek kendi bedenine takılmış bulunan maddî ve manevî cihazlarını birer emanet olarak görmekle bunları Allah’ın razı olduğu gibi kullanır. Böylece “vücûdunu Mûcidine feda” etmiş olarak, bu dünya hayatını izzetle tamamlar ve ahirette azizlerin diyarı olan cennete gider.
“Vücûdunu mûcidine feda et” cümlesinin Altıncı Söz’le yakın alâkası var. Bildiğiniz gibi o Söz şu âyet-i kerîmenin manevî bir tefsiridir:
“Muhakkak, Allah, müminlerden nefislerini ve mallarını cennet mukabilinde satın aldı...” (Tevbe Suresi, 9/111)
Vücud, varlık demektir ve insanın varlığı denilince öncelikle beden ve ruh akla gelir. Burada nefis “zat, kendi” manasındadır ve bedenle ruhu birlikte ifade eder. Bundan sonra insanın dünyevî serveti, malı, makamı gelir, bunlar da varlık mefhumu içine dâhildir. Bütün bu varlıkları mûcidine feda etmek, âyet-i kerîmenin verdiği derse göre, bunları Allah’a satmak, O’nun rızası dairesinde kullanmak demektir. Böylece insan, vücûdunu mûcidine feda etmiş olur ve âyetin haber verdiği gibi karşılığında cennet hayatını satın alır.
Satma meselesine bir tek misal verelim:
Konuşmanın Allah’a satılması, bu büyük imkânın daima doğru konuşmak, insanlara doğruyu ve güzeli tavsiye etmek gibi hayırlı işlerde kullanılmasıdır. Bunun kârı ise dünyada insanların sevgisini ve hürmetini kazanmak, ahirette de cennete vasıl olmaktır. Bu iki kâr da bizim içindir.
“Vücûdun terkiyle vücud bulmak.”
Vücûdun terki, onu kalben terk etmek, kendini kendine malik saymamak, kendisinin müstakil bir varlık değil, ancak Allah’ın kulu olduğunu bilmekle olur. Böylece insan, “Malikiyet davasından vazgeç, mülkü malikine teslim et” emrine uyar ve ebedî bir vücud kazanır.
“Ve kezâ, vücûduna kıymet vermek fikrinde isen, o vücûddan senin elinde ancak bir nokta kalabilir.”
“Bir nokta” bizim cüz’î irademizdir; zaman olarak düşündüğümüzde de içinde bulunduğumuz andır. İnsan o bir nokta ile meselâ, hayırlı bir işe meylederek iradesini hayırda kullanmaya yöneldi mi, bundan ötesini hep Allah yaratmaktadır. Ne iç organlarımızı biz çalıştırıyoruz, ne hücrelerimizi biz yeniliyoruz, ne kanımızı biz deveran ettiriyoruz, ne de haricimizdeki âlemin tanziminde bir hissemiz var. Kâinat da insan bedeni de hep İlâhî iradeyle yaratılmışlar ve yine o iradeyle vazifelerini sürdürmektedirler. Bizim elimizdeki tek yetki, o nokta kadar cüz’î irademizi hayra yahut şerre yönlendirmemizdir.
“O noktayı da elinden atarsan” ifadesiyle, cüz’î irademizi tamamen Allah’ın razı olduğu işlere yönlendirmemiz istenmektedir. Böyle yapan insan, kendi şahsî isteğini, hevesini, nefsinin arzusunu bir yana atmış olur ve “vücûdu tam mânasıyla nurlar içinde kalır.” Zira Allah’ın rızası dairesinde görülen bütün işler nurludur.
Her organımız, her hücremiz kendine mahsus ibadetiyle meşguldür ve Rabbini tesbih üzeredir. O nurlu faaliyetleri karartmak isteyen iki büyük düşman vardır: Nefis ve şeytan. İradesini bu iki düşmandan kurtaran insanın varlığı tamamen nurlar içinde kalmış olur.
Yirmi Üçüncü Söz’de insanın cüz’î iradesinden vaz geçip İlâhî iradeye tâbi olması; “cep fenerini yere vurup kırması” şeklinde dile getirilmiştir. O fenerin kırılmasıyla her taraf güneşin ışığıyla dolmuştur.
“...Güyâ onun kırılması, dünyayı ışıklandıran büyük bir elektrik lâmbasının düğmesine dokundum gibi, birden o zulümât boşandı. Her taraf o lâmbanın nuru ile doldu; her şeyin hakikatini gösterdi.”(2)
Dipnotlar:
(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Habbe.
(2) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Allah razı olsun. Çok güzel açıklamışsınız...