"İ’lem Eyyühe’l-Azîz! İnsanların öyle eblehleri vardır ki, şeffaf bir zerrede şemsin timsalini veya bir çiçeğin renginde şemsin tecellisini görse;.." Devamıyla izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"İ’lem Eyyühe’l-Azîz! İnsanların öyle eblehleri vardır ki, şeffaf bir zerrede şemsin timsalini veya bir çiçeğin renginde şemsin tecellisini görse; şemsin o timsal ve tecellisinden, hakikî şemsin bütün levâzımatını, hattâ âleme merkez olmasını ve seyyarata olan cezbini taleb edip isterler. Maahaza, o zerrede veya o çiçekte gördüğü timsal ve tecellinin bir ârızadan dolayı kayboldukları zaman, basar ve basîretinin körlüğü dolayısıyla hakikî şemsin inkârına zehab ederler. Ve kezâ, o eblehler tecelli ile husule gelen vücûd-u zıllîyi, vücûd-u hakikî ve aslîden fark edemezler, birbiriyle iltibas ederler. Bunun için, bir şeyde şemsin timsalini, gölgesini gördükleri zaman, şemsin hararetini, ziyasını ve sair hususiyatını da istemeye başlarlar."
"Ve kezâ, o eblehler sinek, böcek ve sâir küçük ve hasis şeylere bakarken, onlarda pek yüksek bir eser-i san'at ve hikmet görmekle, derler: 'Sâni bunlara pek fazla ehemmiyet vermiştir. Bir sineğin ne kıymeti olabilir ki bu kadar masraflara, külfetlere mahal olsun?'”(1)
Bu derste nefis ve şeytanın çok mühim bir oyunu bozuluyor. Çok yanlış ve karanlık telakkiler güneş misâliyle aydınlatılıyor.
Bilindiği gibi eşyanın hakikatleri esmâ-i İlâhîyeye dayanır. Ancak, her şeyde bütün İlâhî isimler tecelli etmez ve tecelliler de eşyanın kabiliyetine göre farklı derecelerde olur. Rezzak isminin bir sineğin rızkını vermedeki tecellisi ile bir fil ile bir balinanın doyurulmasındaki tecellileri birbirinden çok farklıdır.
Üstad Hazretleri, nefis ve şeytana alet olarak hakikatleri yanlış te’vil eden düşünce sapıklarını “ebleh” yâni çok aptal, aklı çok az çalışan olarak tarif ediyor. Böyle bir ebleh, güneşin o azametli ışığını ve hararetini küçük bir cam parçasındaki tecellisinde göremeyince, o tecellinin güneşten geldiğini inkâr eder. “Bu küçük ışık o koca güneşin ışığı olsaydı güneşin azametine uygun bir parlaklığa ve hararete sahip olması gerekirdi” der.
Küçük-büyük bütün tecellilerin güneşten geldiğini herkes bilir. Ancak, burada bir benzetme yapılmış ve esmâ tecellilerini yanlış değerlendirenlerin düştükleri gülünç hâl böylece tasvir edilmiştir. Yâni, çok küçük bir canlıdaki rahmet ve hikmet cilvelerini iyi değerlendirmeyen bir ebleh, o rahmet ve inâyeti rahmeti sonsuz olan Allah’tan bilmekte zorlanır. Yahut küçük bir çiçeğin imdadına bütün bir kâinatın koştuğunu gözüyle gördüğü halde, “Allah, sonsuz sıfatlarıyla bu küçük çiçekle mi alâkadar olacak?” diyerek ondaki tecellilerin İlâhî isimlerden geldiğini aklına sığıştıramaz. Bu yanlış değerlendirme onu sonunda inkâra kadar götürebilir.
İnsan vücûdu tepeden tırnağa ve kâinat atomlardan kürelere kadar hep hikmetli yaratılmışken, bu gibi insanlar bir hayvan nev’inin yahut bir bitkinin neye yaradığını anlayamadıklarında, Allah’ın sonsuz hikmetini o hayvanda ve bitkide göremeyince inkâr yoluna sapabilirler.
Üstad Hazretleri bu harika güneş misaliyle böyle düşünenlere şu dersi veriyor:
Güneşin ışığı ve ısısı bütün haşmetiyle ve azametiyle hiçbir şeyde tecelli etmez. Her varlık kendi kabiliyetine göre ondan istifade eder. Denizleri aydınlatan da odur, dağları, ovaları aydınlatan da. Güneş’in Ay’daki tecellisiyle bir kar tanesindeki tecellisi elbette birbirinden çok farklıdır. Ama hepsinin ışığı ondan gelmektedir. Güneşin en küçük bir damla ile alâkadar olması, ona ışık ve hararet vermesi onun şanına bir noksanlık getirmez, aksine onun büyüklüğüne delil olur.
Allah’ın sonsuz sıfatlarına da hiçbir varlık tam ayna olamaz. Zira her varlık sınırlıdır, sıfatlar ise sonsuzdur. Her mahlûk kendi mahiyetinin kabiliyetine göre İlâhî isimlerden feyiz alır. Her varlıkta Allah’ın sonsuz sıfatlarının azametini arayan kimse bunu bulamayacağı için bilhassa küçük varlıkları Allah’ın yarattığına akıl erdiremez, nefis ve şeytana alet olarak inkâr bataklığına düşebilirler.
Bunları aldatan mühim bir nokta da şöyle nazara veriliyor:
“Ve kezâ, o eblehler tecelli ile husule gelen vücûd-u zıllîyi, vücûd-u hakikî ve aslîden fark edemezler, birbiriyle iltibas ederler.”
Vücûd-u zıllî, gölge varlık demektir. Yâni, gölgenin de çok aşağı mertebede de olsa bir varlığı söz konusudur. Ama bu varlık, vücûd-u hakikîden, yâni gerçek varlıktan çok aşağı derecededir.
Gölge tabiri, mecazî bir mânadır. Yâni, bildiğimiz gölge nasıl bir şeyin zâtından haber verirse, her varlık da kendindeki esmâ tecellileriyle Allah’tan haber verir. Keza, bir ağacın gölgesinin varlığı o ağacın kendi varlığından ne kadar aşağı derecede ise, bütün mahlûkatın varlıkları da Allah’ın vacib olan varlığına göre zayıf bir gölge kadar aşağı bir mertebededir.
Çiçekler de yıldızlar da atomlar da sistemler de “mümkin” grubuna girerler ve hepsinin varlığı, vacib varlığa göre gölge kadar aşağıdır. Bunlar içerisinde maddeten büyük olanlarını Allah’ın yarattığını kabul edip, küçük olanları sebeplere vermek gölge ile aslı birbirinden fark edememektir. Yâni, o küçük varlıklar gibi o büyük varlıklar da gölge mesabesindedirler. Biri ne ise diğeri de odur. Hepsi, varlığı Vacib olan Allah’ın farklı mahlûklarıdırlar.
“Bunun için, bir şeyde şemsin timsalini, gölgesini gördükleri zaman, şemsin hararetini, ziyasını ve sâir hususiyatını da istemeye başlarlar.”
Bu cümlede, güneşin aynadaki timsali için de “gölge” ifadesi kullanılmıştır. Yâni, aynadaki o güneş timsali hakiki güneşe göre gölge kadar zayıf bir varlığa sahiptir. Bu zayıf varlıkta güneşin hakiki ziyasını, hararetini ve sıfatlarını arayan kimseler, bunu bulamayınca o tecellinin güneşten olduğunu inkâr yoluna giderler. Aynen bunun gibi, bir mahlûkta Allah’ın sonsuz sıfatlarını, sonsuz cemâl ve kemâlini, nihâyetsiz hikmetini göremeyen kimseler de o varlığı Allah’ın mahlûku olarak kabul etmekten uzaklaşıp tesadüfe, tabiata yahut sebeplere isnad etme yolunu tutarlar.
"Ve kezâ o eblehler sinek, böcek ve sâir küçük ve hasis şeylere bakarken, onlarda pek yüksek bir eser-i san'at ve hikmet görmekle, derler: 'Sâni’ bunlara pek fazla ehemmiyet vermiştir. Bir sineğin ne kıymeti olabilir ki bu kadar masraflara, külfetlere mahal olsun?'”
Sinek ve böcek gibi küçük canlılarda Cenâb-ı Hakk'ın çok ince ve harika sanatları teşhir edilmektedir. On Yedinci Söz’de bu küçük varlıklarda, “tabakat-ı âliyede olan ruhaniyatı ve melâikeleri ve sekene-i semâvâtı seyre celb edecek bir cazibedarlık” göründüğü beyan ediliyor. Yâni, bu varlıkları melekler âlemi büyük bir hayranlıkla seyrediyorlar. Üstad Hazretleri bir başka risalesinde de “Bir sineğin îcâdı hayret-fezadır filden.”(2) buyurarak küçük varlıkların san’atça büyük olduklarına dikkat çekiyor.
İnsanoğlu hayvanların ve bitkilerin hikmetlerini düşünürken, onların kendisine olan faydalarını esas alıyor ve yanılıyor. Eğer öyle olsa, insan nev’i yaratılmadan önceki, milyonlarla ifade edilen uzun zaman diliminde yaratılan bütün hayvanları ve bitkileri hikmetsiz ve faydasız kabul etmek gerekir.
Cenâb-ı Hak o varlıklarda da isim ve sıfatlarını tecelli ettirmiş, o harika eserleri kendisi bizzât müşahede ettiği gibi, meleklerine de seyrettirmiştir.
Dipnotlar:
(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Hubâb.
(2) bk. Sözler, Lemeat.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü