"Kâinat kitabıdır. Evet, şu kitabın bütün hurufu ve bütün noktaları, efrâden ve terekküben Zât-ı Zülcelâlin vücud ve vahdetini,.." İkinci burhanı özetler misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"İKİNCİ BÜRHAN: Kâinat kitabıdır. Evet, şu kitabın bütün hurufu ve bütün noktaları, efraden ve terekküben Zat-ı Zülcelal’in vücud ve vahdetini, elsine-i mahsusaları kıraat ile وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُبِحَمْدِهٖ yi tilavet ediyorlar." (1)
Allah’ın varlığının ve birliğinin ikinci bürhanı “Kâinat kitabıdır.”
Üstad Hazretleri Yirmi Beşinci Söz’de Kur’ân-ı Kerîm için; “Şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi” ifadesini kullanır.
On Birinci Söz’de de “Anlaşılmaz bir kitab muallimsiz olsa, manasız bir kâğıttan ibaret kalır” buyurur.
Kâinat kitabı bütün harfleri, kelimeleri, cümleleriyle Allah’ı tanıttığı, varlığını ve birliğini ilan ettiği, esmâ ve sıfatlarını hal diliyle ders verdiği halde bu kitabı okuyamayanlar kendilerini ve bütün eşyayı şeriklere, putlara isnat etme dalaletine düşmüşlerdir. İşte Kur’ân-ı Kerîm, kâinat kitabını insanlara tercüme etmiş, doğru okunmasının yolunu göstermiş ve Peygamber Efendimiz (asm) de Kur’ânın bu semavi hakikatlerini insanlara ders vermekle, eşyanın doğru okunmasını ve doğru değerlendirilmesini sağlamıştır.
Her varlık hem efraden yâni tek başına, hem de terekküben yâni başka varlıklarla bir araya gelip yeni bir varlık olarak ortaya çıkmalarıyla Allah’ın varlığını ve birliğini gösterir. Meselâ, insanın bir parmağı yahut çiçeğin bir yaprağı tek başına Zât-ı Zülcelâlin varlığını ve birliğini gösterdiği gibi, parmakların bir araya gelmesiyle ortaya çıkan el, yahut yaprakların tümünden ortaya çıkan çiçek de O’nun varlığını ve birliğini ilan eder ve kendine mahsus lisanıyla وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ‘yi okur, yâni Allah’ı tesbih eder.
Bir tek gezegen Allah’ın varlığını ve birliğini ilan ettiği gibi, güneş sistemi de aynı davayı ilan eder. Her bir yıldız gibi semanın tamamı, bir ağacın yaprakları gibi baharın tümü de aynı hakikati ilan ederler.
Keza, bir tek element gibi, birçok elementin bir araya gelmesiyle meydana gelen terkipli cisimler de Allah’ın “vücûd ve vahdetini” ilan ederler.
"Cemi’ zerrat-ı kâinat ve mürekkebatı birer birer zat ve sıfât vesaire vücuh ile hadsiz imkânat mabeyninde mütereddid iken birdenbire bir ciheti takip, muayyen bir sıfatla ittisaf, mahsus bir keyfiyetle tekeyyüf ederek hayret-bahşâ hikemi intaç ettiğinden, Sâniin vücûb-u vücûduna şehadetle, avâlim-i gaybiyenin enmuzeci olan lâtife-i Rabbâniye içinde ilân-ı Sâni eden misbah-ı imanı ışıklandırıyorlar.”
Zerrat-ı kâinat, yani bütün atomlar âlemi hakkında dile getirilen bu ince hakikati biraz daha rahat anlayabilmek için, o atomlarla dokunmuş olan her hangi bir varlığı esas alalım ve bu dersi o varlık üzerinde mütalaa edelim:
Her varlığın zatı, sıfatları ve diğer cihetleri vardır. Güneş'in, denizin, bir meyve ağacının, bir hayvanın ve nihayet her bir insanın kendine mahsus bir zatı olduğu gibi, o zata uygun sıfatları ve diğer özellikleri de vardır. Meselâ, güneşin zatı, ağacın zatına benzemediği gibi, ışık vermesi de meyve vermeye benzemez. Keza, şekli, büyüklüğü ve diğer özellikleriyle de güneşle ağaç arasında çok faklar vardır.
“Zât ve sıfât ve sâire vücuh ile hadsiz imkânat mabeyninde mütereddit” olma meselesini insanın bir organı, meselâ eli üzerinde şöyle düşünebiliriz. Bu el mevcut şeklinin dışında sonsuz şekillerde olabilirdi. Bunların hiçbiri onun şu anda icra ettiği işlere uygun değildir. El, ancak bu şekilde ve bu özelliklerde olacaktır ki işimize yarasın. Bu kadar faydasız yollar içerisinde mütereddit iken, şimdiki hikmetli şeklini alması, yine çok farklı özelliklere sahip olabilecek iken elin görevi için gerekli sıfatlarla donanması, bu keyfiyeti takınması böylece çok hikmetli bir organ olması düşünen akılları hayrette bırakır. Onun bu en hikmetli ve en faydalı şekilde yaratılması “Sâniin vücûb-u vücûduna şehadet” eder.
Vücûb-u vücûd, Allah’ın varlığının vacib olduğunu, yâni varlığının zatından olup, başkasının var etmesiyle vücûda gelmediğini, olmamasının muhal olduğunu ifade eder. Bütün mahlûkların varlıkları mümkin vücûd sınıfına girer. Yâni, olup olmamaları müsavidir. Allah’ın irade etmesiyle yoklukta kalmayıp var olurlar. Böylece her varlık gibi bu elimiz de Allah’ın “vücûb-u vücûduna şehadet” etmiş olur. Elini bu şekilde değerlendiren bir insanın “lâtife-i Rabbâniye” olan kalbinde iman misbahı (lambası) ışıklanır.
Diğer bütün organlarımızı da aynı şekilde düşünebiliriz. Her biri bedenin neresinde yer almışsa, şekli, büyüklüğü, özellikleri nasıl ise ancak öylece faydalı olmakta, bunun dışındaki bütün şıklar hikmetsiz ve neticesiz kalmaktadır.
Dış âlemdeki bütün varlıkları da aynı şekilde düşünebiliriz. Misal olarak Güneş üzerinde duralım. Güneşimiz, şu hazır büyüklüğü ve özellikleriyle bize faydalı olmaktadır. Onun zatını mevcut halinin dışında nasıl hayal etsek, özelliklerini de yine mevcut özelliklerin dışında hangi şekilde düşünsek ondan faydalanmamız mümkün olmazdı. Meselâ, zatı mevcut halinden on kat daha büyük veya on kat daha küçük olsaydı ondan fayda göremezdik. Diğer sıfatları ve özellikleri de aynı şekilde düşünüldüğünde, Güneş'in bütün bu faydasız şıklardan uzak kalarak bize en faydalı bir şekilde ve özellikte yaratılması “Sâniin vücûb-u vücûduna şehadet eder.”
Bir sonraki cümlede her bir zerre ordudaki bir nefere benzetiliyor. Bu teşbih şu ayet-i kerimeye bakıyor:
“Göklerin ve yerin bütün orduları Allah’ındır. Allah Azîz’dir, Hakîm’dir.” (Fetih, 48/7)
Şu madde âlemindeki orduların neferleri atomlardır. Bir nefer takımında bir görev yaparken, bunu sanki bütün orduyu biliyor ve görüyormuş gibi yerine getirir. Zira, onun hizmetinin bütün orduyla ilgisi vardır. O nefer bunu bilmese de ona o görevi veren zat bütün orduyu bilerek onu o hizmetle görevlendirmiştir.
Sema ve arzdaki ordular sayılamayacak kadar çoktur. Bir milyon altı yüz binden fazla canlı türü olduğu söyleniyor. Bunların her biri ayrı bir ordudur. Bir hayvanın meselâ gözünde görev yapan bir zerre, o türün bütün fertlerinin göz yapılarını bilircesine hizmetini yerine getirir. Bu sayede bütün gözler arasında bir nizam ve intizam ortaya çıkar.
Terkipli cisimler birbiri içine girmiş, birbirine karışmış vaziyette iken, bir zerre bunların hangisinde görev alsa o görevi mükemmel olarak yerine getirebiliyor. Görevini yaparken de “muvazene-i cereyan-ı umumiyi muhafaza” ediyor. Bu büyük işi o cansız ve şuursuz zerrenin yapamayacağı açıktır. O halde zerrelerin bu hikmetli ve harika faaliyetleri kendi iradeleriyle değil; “Sâniin kast ve hikmeti”yle icra edilmektedir ve bunların her biri Allah’ın varlığının ve birliğinin birer ayeti, birer delilidirler. Bir zerre, kâinat kitabında bir harf olarak, kendisini yazan kudret sahibine delalet ettiği gibi, yaptığı bu kadar farklı görevin her biriyle de yine O’nun varlığını, birliğini, hikmet ve iradesini gösterir. O halde, “Sâni-i Zülcelâlin berâhini, zerrattan kat kat ziyade olur.”
"Demek اَلطُّرُقُ اِلَى اللّٰهِ بِعَدَدِ اَنْفَاسِ الْخَلَٓائِقِ hakikattir, mübalâğa değil; belki nâkıstır."(2)
İbarenin manası: “Allah’a giden yollar, mahlûkatın nefesleri sayısıncadır.”
Dipnotlar:
(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Nokta.
(2) bk. age.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü