“Muarrefi münekker eden biri de hareke gibi bir arazı, zâtiye ve eyniyeye hasrettiklerinden, ‘gayr-ı men hüve leh’ olan vasf-ı cârîyi inkâr etmek lâzım geldiğinden...” cümlenin izahı nasıldır?
Değerli Kardeşimiz;
Arapların yüksek dil zevki ve belagat noktasından harika kabiliyetleri, acemlerin yani sonradan İslam’a giren kavimlerin müdahalesi ile bozulmuş, o eski haşmetli belagat incelikleri ve dilin latif zevkleri yerini taklide bırakmıştır. Arapların içine giren farklı kültür ve anlayışlar, Arapça dilini de tesiri altına alıp seviyeyi acemi bir dil talebesinin kıvamına düşürmüştür.
Arapçaya sonradan giren ve bilinen bir şeyi bilinmez hale getiren belalardan birisi de harekelerin icadıdır. Hareke, harflerin sesli bir şekilde okunmasını sağlamak için harflerin üserine konan üstün, esre, ötre gibi birtakım işaretlerdir. Bu icat sonradan Müslüman olanların Kur’an’ı kolay okuması için yapılmıştır. Ama daha sonraları Arapça dilinin bir esası, bir kaidesi gibi algılanmıştır.
Burada ana tema, Arapça ancak Arapların tabii halinden talim edilecek bir dildir. Harici kaide ve kurallar eşliğinde meseleye bakılacak olursa, Kur’an’ın birçok incelik ve belagatları kavranamaz. Meşhur belagat imamlarının gösterdiği incelikleri sonradan Arapçaya dahil olanların anlamaması ve zevk edememesi, bu tabilikten uzak olunması yüzündendir.
"Yedinci belâ: Muarrefi münekker eden biri de hareke gibi bir arazı, zâtiye ve eyniyeye hasrettiklerinden, 'gayr-ı men hüve leh' olan vasf-ı cârîyi inkâr etmek lâzım geldiğinden, şems-i hakikat tarz-ı cereyanından çıkarılmıştır. Acaba böyleler Arapların uslûplarına hiç nazar etmemişlerdir ki, nasıl diyorlar: 'Dağlar bize rast geldi. Sonra bizden ayrıldı. Başka bir dağ başını çıkardı. Sonra gitti, bizden mufarakat eyledi. Deniz dahi güneşi yuttu, ilh...' Miftah-ı Sekkâkî'de beyan olunduğu gibi, pek çok yerlerde san'at-ı beyaniyeden olan kalb-i hayali, esrar-ı beyaniye için istimal etmektedirler. Bu ise, deveran sırrıyla mağlâta-i vehmiye üzerine müesses bir letafet-i beyaniyedir."(1)
Üstadımız, burada zahir perestleri; yani meselelerin, olayların ve hadisatın zahirlerine bakarak, hüküm çıkartanları, sadece onlarla meşgul olanları ve hakikate intikal edemeyenleri; dedikoduya, şöyle mi veya böyle mi gibi farklı fikir ve kanaatlere sevk eden sebepleri ve belaları anlatmaktadır.
Bunlardan birisi de yedinci beladır.
Yani bilinen şeyleri; bilinmeyen ve idrak edilmeyen hale getiren bir sebep de o şeyin aslından olmayan ve başka sebebe binaen onunla ilgili olan şeyleri, işin aslı ve esası telakki ederek hataya düşülmesidir.
Bunu Üstadımız, Arapça gramer kaidelerinden biri ile izah etmektedir.
Arapçada kelimeler ya “marife”dir veya “nekre”dir. Marife; başına elif-lam takısı gelen; bilinen ve malum kelimelerdir (İngilizcedeki the gibi). Başında elif-lam takısı olmayan; bilinmeyen ve meçhul olan kelimelere de nekre denir.
Ayrıca, kelimenin harflerinin dışındaki bütün harekeler ve takılar, kelimenin aslından olmayıp, gramer usulüne göre arazi, yani sonradan başka sebeple kelimeye giydirilmiş ve dahil edilmiş şeylerdir.
Bir insan, sadece kelimelerdeki sonradan girmiş ve arazi olan harekeler kısmıyla meşgul olsa, bütün himmetini ona sarf etse, manadan ve kelimenin ana unsurlarından uzak bir tarzda kelimelere yaklaşsa ve meşgul olsa; asıl gayeden, maksattan ve kelimenin harfler denilen esas unsurlarından uzaklaşmış olur. Çünkü harekelerin bizzat mensup olduğu yerler ve mekanlar yoktur. Onlar her yerde ve her halde bulunabilirler. Zira bulundukları yerler, asıl olan kelimelerin durum ve vaziyetlerine göre şekillenir. O halde insan evvela, kelimenin aslına ve esasına bakmalı, arazi olan harekeler ve takıların izahlarını ve tevillerini ona göre yapmalıdır.
Dolayısıyla arazi olan harekelerle meşguliyet ve onlara nazarları hasretmek “gayrı- men hüve leh” demek olan, asıl maksattan uzaklaşmaktır. O zaman harekelerle ve vaziyetleriyle sadece meşguliyet; mahiyeti ve esası değişmeyen kelimelerin, asıl gaye ve maksadını değiştirmek veya inkar etmekle, o mesele asıl maksat ve gayesinden saptırılmış olur.
Yukarıda bir derece muğlak kalan gramer kaidesini bir misalle izah edelim.
Cenab-ı Hak Kur'an'da; “Güneş müstekarrında cereyan eder.” buyuruyor. Bu ayette asıl maksat, Güneş sistemindeki nizam ve intizamı anlatmaktır. Bu mesele, bu cümlenin aslıdır ve hakikatıdır.
Güneşin cereyanı, dönmesi, hareketinin tarzı ve şekli ise; işin zahiri olup teferruattır. Bu teferruat ve ariziyyet ise kelimelerdeki harekelere benzetiliyor.
Şimdi bir insan, sadece Güneş'in hareket tarzı ve zahiriyle meşgul olsa, ayetteki ifadenin asıl maksat ve gayesini düşünmezse; işte o zaman, arizi ve zahiri olan şeyleri, asıl yerine ikame etmiş oluyor.
Aynı zamanda Kur'an-ı Kerim'deki misallerin veriliş gayesi, kainattaki nizam ve intizam denen, bilinen bir şeyi çığırından çıkararak bilinmez ve anlaşılmaz bir hale getirmek olur.
Ayrıca, “Güneş döner.” tabiri, zahiren güneşin gidip gelişini gösterse de; bu işin hareket (kelimedeki hareke gibi) boyutudur. Esas olan, Güneş'te kelimedeki harekeye benzeyen hareketin, kendisinden olmayıp, aslında dünyanın dönmesinden meydana gelen, güneşteki görüneni ve arizi durumudur.
Bu meseleye dikkat etmeyenler, Güneş'teki cereyanın nereden geldiğini ve esasını bilemeyenler; güneşin sabah gelip akşam gittiğini söyleyecek kadar gülünç duruma düşerler.
Bu hareketin esasını kavrayanlar ise; aslında dünyanın döndüğünü, esasının bu olduğunu ve buna binaen Güneş'in, görünüşte gidip geldiğini ifade ederler. Bu hareketin aslını Güneş'e değil, dünyaya verirler.
İşte; mahlukattaki bütün faaliyet ve hareketler arizidir ve görünüştedir. Esas olan, onları tahrik eden ve sevk eden kudreti ilahiyedir.
Kudreti ilahiye ise; meselenin aslı ve esasıdır. Diğer şeyler; aslın ve esasın görünüşleri ve zevahirleri ve kendileriyle ilgisi olmayan hareket ve harekeleridir.
(1) bk. Muhakemat, Birinci Makale (Unsuru'l-Hakikat), On İkinci Mukaddime.
İlgili ders videosu için tıklayınız:
- Prof. Dr. Şadi Eren, Muhakemat Dersleri (24. Bölüm).
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü