"Nasıl ki, madrup, elbette dâribe delalet eder. Sanatlı bir eser, sanatkârı icab eder..." Paragrafı devamıyla, hakaik-i nisbiyenin ne olduğunu anlayacağımız şekilde izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Bu derste evsaf-ı nisbiye misalden hareketle büyük bir hakikat dersi veriliyor. Evsaf, vasıflar demektir. Bir şeyi bir şeyle vasfettiğimizde iki şeyin varlığı kabul edilmiş oluyor: Biri vasfeden diğeri de vasıflanan.
Madrub; basılmış, damgalanmış demektir. Bir kâğıda bir mühür basılması hâlinde o basılan mühür dâribe yani mührü basana delalet eder. Burada da darbedilen şey darbedilmekle vasıflanmış oluyor ve iki şey kendini gösteriyor: Darb eden ve darb edilen.
Sanat eseri denildiğinde, bir şeyi sanat eseri olarak vasfetmiş oluruz, onun bir sanatkârı olmalıdır ki, bu vasıf yapılabilsin. Veled denildi mi valid akla gelir. Yani bir çocuğu falanın veledi diye vasıflandırdığımızda da yine iki şey kendini gösterir, doğan çocuk ve doğuran ana.
Nisbî hakikatler de böyledir. Alt dendi mi üst akla gelir, Üst olmasa alt da olmaz. Küçük dendi mi büyük akla gelir. Misaller artırılabilir.
Bütün bu misallerden çıkan ortak netice: “Şu kâinatın cüz’iyatında ve heyet-i umumiyesinde görünen imkân dahi, vücubu gösterir.”
Allah’ın varlığı vacibdir, yani varlığı zatındandır, ezelî ve ebedîdir, olmaması muhaldir. Bütün eşyanın varlıkları ise mümkün grubuna girer; yani varlıkları kendi zatlarından olmayıp Allah’ın var etmesiyledir, olup olmamaları müsavidir, başlangıçları ve sonları vardır. Üstad Hazretleri, "Bir şey zâtî olsa, onun zıddı o zâta ârız olamaz." (Şualar, Yedinci Şua) buyurur. Eşyanın zeval bulmaları gösteriyor ki varlıkları zâtî değil, mümkündür.
Kâinatın cüz’iyatından numune olarak güneşi ele alalım:
Güneş'in varlığı mümkündür. Bir vacip var ki onun var olmasını yoklukta kalmasına tercih ederek onu yarattı. Güneş, mahluk olması cihetiyle Malik ismine, mahlûk olması cihetiyle Hâlık ismine ayna olduğu gibi mümkün olması cihetiyle de vücubu gösterir, yani kendisinin vacib bir Hâlıkı olduğunu ilan eder.
Nur Küllîyatı’nda hakaik-i nisbiye üzerinde de ehemmiyetle durulur. Şualardan bir bölüm:
"… Bir şeyde mertebelerin bulunması, o şeyin içinde zıddının tedahülü iledir. Meselâ ziyanın kavî ve zayıf gibi mertebeleri, zulmetin müdahalesi ile; ve hararetin ziyade ve aşağı dereceleri, soğuğun karışması ile; ve kuvvetin şiddet ve noksan miktarları, mukavemetin karşılaması ve mümânaatiyledir." (bk. age.)
Üstadımızın verdiği bu misallerdeki farklı mertebeler hakaik-ı nisbiyedirler.
"Ve bütün onlarda görünen infial, bir fiili gösterir. Ve umumunda görünen mahlûkiyet, gösterir. Ve umumunda görünen kesret ve terkip, vahdeti istilzam eder." (Sözler, Otuz Üçüncü Söz, Yirmi Beşinci Pencere)
İnfial, bir fiili gösterir: "İnfial"; “fiili kabul etmek, kendisinde bir işin yapılmasına müsait olmak” manasına gelir. Mesela, yazı yazmak bir fiildir. Bu fiili suda icra edemeyiz, yani suya yazı yazamayız. Dolayısıyla su, yazı yazma fiilini kabul etmemiş olur. Ama bir kâğıda yazı yazarız, kâğıt, infial cihetiyle, kendisinde yazı yazılma fiilini kabul etmiş olur.
Mesela, güneş bir evi de aydınlatır, bir insanı da bir aynayı da. Ancak, bu ışık verme fiilini sadece ayna kabul eder, yani bu fiil onda kendini gösterir. Diğer ikisi ışık sahibi olamazlar, ama ayna bu fiili kabul ettiğinden ışık sahibi olur. Bir arı ihya yani hayat verme fiilini kabul etmiş de hayat sahibi olmuştur. Çayırda otlayan bir koyun terzik (rızıklandırma) fiilini kabul etmiş de merzuk (rızıklanan) olmuştur.
İnsanın fiil ciheti kendi gücü ve kuvvetiyle, şahsi ilmi ve maharetiyle bir şeyler ortaya koyması, bazı eserler yapmasıdır. İnfial ciheti ise onun ilahi fiillerin icra edilmesine müsait olmasıdır. Mesela, rızıklandırmak bir ilahi fiildir. İnsan bu fiili kabul eder, yani onda bu iş icra edilir. Ama bir taş rızıklanmayı kabul etmez, rızka muhtaç olmadığı için rızıklanması da söz konusu olmaz. İşte infial cihetiyle insan taştan daha ileri gitmiştir.
İnsanda tecelli eden bütün fiilî isimler insanın infial cihetini ifade eder. İnsan tasvir fiiliyle suret kazanmış, tezyin fiiliyle bezenmiş, ihya fiiliyle hayata kavuşmuş, imate fiiliyle ölümü tatmıştır. Böylece insanda Musavvir, Müzeyyin, Muhyi, Mümit isimleri tecelli etmiştir.
İnsan bu yönüyle çok zengindir, zira mahlukat içerisinde ilahi isimlere en büyük ve en câmi’ ayna insandır.
İnsanın fiil ve infial cihetlerini Üstad'ın şu harika misali ile daha iyi anlıyoruz:
"Şeffaf parlak bir zerrecik, bizzat kendi başıyla kalsa bir kibrit başı kadar bir nur içinde yerleşmez. Fakat o zerrecik, Güneş'e intisab edip ona karşı gözünü açıp baksa; o vakit o koca Güneşi ziyasıyla, elvan-ı seb’asıyla, hararetiyle hatta mesafesiyle içine alabilir." (Mektubat, Yirminci Mektup'un Onuncu Kelimesine Zeyl)
Fiil ciheti, aynanın kendiliğinden parlaması ve ışık saçması. Bu cihetle ayna, ışığın ve parıltının zerresine bile sahip değildir. Ama infial yani fiili kabul etme cihetiyle Güneş'in ışığını içine alabilmekte, onunla parlamakta, onunla güzelleşmektedir. Bu ayna şuurlu olsa, kendisindeki bu güzelliğin, bu kemalin hep Güneş'ten geldiğini ilan eder ve nefsini değil, Güneşi metheder. Yoksa o ışığı ve parlaklığı kendine mal ederek gururlansa, manen çok aşağılara düşer ve akşamın gelmesiyle de karanlığa gömülür.
Dikkatimizi çeken bir başka nokta: “Mesafesiyle içine alma.”
Aynanın kalınlığı birkaç milimetre olduğu halde, kendini güneşe karşı tuttuğu anda, bir derinlik kazanıyor ve yüz elli milyon kilometrelik bir mesafeyi içine alabiliyor. Şimdi bu ayna, “Ben yüz elli milyon kilometreyim.” dese gülünç hale düşer; zira onun kaç milimetre olduğu herkesin malumudur. Onda teşekkül eden derinlik, infial cihetiyledir.
Ayna kendisini iki metre ilerideki bir duvara karşı tutsa, onda iki metrelik bir mesafe teşekkül eder. Yüz metre ötedeki bir dağa karşı tutsa, içindeki mesafe yüz metre olur.
Hepimiz o ayna gibiyiz. Aklımızı, kalbimizi, hayalimizi neye karşı tutsak, değerimiz de derinliğimiz de kıymetimiz de ona göre oluyor. Bu sırrı çok iyi bilen ve en ileri seviyede yakalayan büyük insanlar, kalplerini ancak Rablerine mahsus kılmışlar, akıllarıyla kâinattaki hikmetleri tefekkür etmişler ve hayallerini ebedî âleme çevirmişler, böylece yücelmiş, enginleşmiş ve derinleşmişlerdir.
Biz fiil cihetimizle övünmeyi bir tarafa bırakıp infial cihetimize bakmalı, bizde icra edilen ilahi fiilleri, bize yapılan ihsan ve ikramları tefekkür etmeliyiz.
“Hayr-ı mahz olan vücudu sana giydiren Hâlık-ı Zülcelâl, sana iştihalı bir mide verdiğinden, Rezzak ismiyle, bütün mat’umatı bir sofra-i nimet içinde senin önüne koymuştur.” (Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Beşinci Dal.)
Mahlukata verilen vücut mertebeleri “hayr-ı mahz”, yani sırf hayırdır. İnsan bu vücut mertebelerinden en mükemmeline mazhar olmuştur. Çünkü o, varlık nimetiyle birlikte, hayat ve akıl nimetine kavuşmuştur. İnsan bu nimetlere kendi iradesi ve kudretiyle değil, sırf bir ilahi ihsan olarak erişmiştir. Kavuştuğu her vücut mertebesinde o mertebeye münasip sofralar onun önüne konmuştur. Bütün bu nimetlere karşı küllî bir şükürle mükelleftir.
Kesret ve terkip, vahdeti istilzam eder: Bir çokluk bir araya gelerek yeni bir şey olmuşsa onlardaki bu birliği takdir ve icra eden biri vardır. Ve bu çokluk, onun vahdetini gösterir. Güneş sistemindeki bütün gezegenler çokluğu ifade eder. Güneş sistemi dediğimizde bir şeyden söz etmiş oluruz, yani o çok şeyler biraraya gelerek bir şey olmuşlardır. Bu ise o çokluğun fertlerine verilemez. Yani gezegenler bir araya gelerek bir sistem olmayı kendileri takdir etmiş değillerdir, bunu yapan kendileri değildir. İşte bu kesretten meydana gelen vahdet onları bir şey haline getirdiğinden anlaşılıyor ki bu işi icra eden biri vardır. O ise bütün gezegenlerin sahibi olan Allah’tan başkası olamaz.
İlahi irade, bir mümkünü varlık sahasına çıkarmayı dilediğinde, onu yokluktan kurtarır, var eder. Bu sonradan oluşa “hudus” ve bu vasfa sahip olanlara da “hâdis” denilir. Her mahluk “hâdis”tir, yani sonradan ihdas edilmiş, varlığa kavuşmuştur.
Mümkünlerin yaratıcısı ancak vacib olabileceği gibi, hadis olanları yaratan da ancak ezelî olabilir.
İmkân ve hudus hakikatleri, böylece vücub ve ezeliyeti gösterirler.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
sanat, eser, güzellik kavramlarını tanımlarmısınız. Birşeyin sanatlı olup olmadığının göstergesi, sanatın delilleri nelerdir, göreceli bir kavrammıdır. Sanatı inkar edenlerin yanılgıları, delilleri nelerdir.
Sanat bir kimsenin eseri üstünde ustalık, hüner ve marifetini gösterip sergilemesidir. Bir marangoz yapmış olduğu bir masada bütün ustalığını ve inceliğini sergiler. Bu masa onun sanatı olmuş olur. Bir ressam resminde ressamlığını gösterir. O tablo onun sanat harikası olur vs. Sanatın bütün insanlarca kabul edilmiş ortak bir tarifi budur.
Nasıl bir insan cüzi kabiliyet ve sıfatları ile cüzi bir eser ve sanat ortaya koyabiliyor ise, elbet te kabiliyeti ve sıfatları sonsuz olan Allah’ın eserleri ve sanatları da ona göre mükemmel ve kusursuz olacaktır. Kainat ve kainat sergisinde sergilenen eşya onun mükemmel ve kusursuz sanatları ve eserleridir.
Sema dairesinin o eşsiz güzelliği, bahar bahçesinde sergilenen milyarlarca bitki ve hayvanların hepsi İlahi birer sanat ve eserlerdirler. Bunların mükemmel ve kusursuz olduğuna ise bugünkü fen ilimleri şahittir.
Sanatın göstergesi sanat üstünde tezahür eden isim ve sıfatların tecelli ve cilveleridir. Mesela ilim bir sıfattır sanat üstünde plan ve program şeklinde tezahür eder, irade bir sıfattır sanat üstünde seçim ve tasarım şeklinde tezahür eder, kudret bir sıfattır sanatın icra edilişinde parlar, Musavvir bir isimdir, sanat üstünde tasvir olarak yansır vs. Biz sanatın harikalığını bu cilve ve yansımalardan anlarız.
sanat nedir, bir şeye sanat demek için ne gibi özellikleri olması gerekir? güzellik mi, işlevsellik mi , anlam mı?
Sanat denildiğinde akla gelen en önemli iki vasıf estetik (insanda güzel duygusu uyandıran, güzellik duygusuna uygun olan, güzellik duygusuyla ilgili demektir) ve hikmettir (işlevsel). Yani bir sanat bir eser estetik ve hikmetli olduğu oranda değerli olur ve sanatkarını tahsin ve takdis eder.
Bu sebeple yaratılmış her şeyin muazzam bir estetik ve hikmet ile yaratılması yaratıcıyı takdis ve tahsin etmek içindir.
Bir elmanın tadının, kokusunun, görüntüsünün çok güzel ve kıvamında olması estetik olduğunu gösterirken aynı elmanın besleyiciliği, İlahi isimlerin tecellilerine işaret etmesi ile de hikmetli oluşunu gösterir.
Çiçekte estetik değerler daha ön planda iken elma da hikmet daha öne çıkıyor. Ama estetik ve hikmet bir şeyin sanat olmasın da en belirleyici en gerekli iki vasıftır.
Estetik hakkında farklı değerlendirmeler olmuştur:
Estetik niteliğin insanın bakış açısından bağımsız, mutlak bir değer olduğunu öngören gerçekçi yaklaşım.
Estetik niteliğin mutlak bir değer olduğunu, ancak insanın bakış açısına bağlı olduğunu savunan nesnel yaklaşım.
Allah’ın sanatlarında ve eserlerinde estetik ve hikmet muazzam ve mükemmel bir şekle büründüğü için eksiklik ve noksanlıktan münezzeh ve mukaddestir.
“Doğrusu, biz insanı en güzel bir surette yarattık” (95/4)
Allah, yarattığı her şeyi güzel yaratandır” (32/8)
Allah, yarattığı her şeyi güzel yaratandır” (32/8)
“Biz yeryüzündeki şeyleri, yeryüzüne bir süs kıldık” (18/7)
“O, yarattığı her şeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya da bir çamurdan başlayandır. Sonra onu basbayağı bir sudan yapmıştır. Sonra da düzeltip bir biçime soktu” (32/7-9) ayetlerinde insanın estetik yaratılışı ve biçimlendirilmesi tasvir edilmektedir mesela...