"Sath-ı âlemde kurulan şu sergi-yi İlahîde teşhir edilen tezyinata, kemalâta, güzel manzaralara ve rububiyetin haşmetiyle uluhiyetin azametine bir müşahid,.." İzah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"İ’lem eyyühe’l-aziz! Sath-ı âlemde kurulan şu sergi-yi İlahîde teşhir edilen tezyinata, kemalâta, güzel manzaralara ve rububiyetin haşmetiyle uluhiyetin azametine bir müşahit, bir mütenezzih, bir mütehayyir, bir mütefekkir lâzımdır ki o güzellikleri görsün; o manzaralar arasında tenezzüh etsin; o hârika nakışlara, ziynetlere tefekkür ile hayran olsun. Sonra o sergiden Sâni’inin celaline, Mâlik’inin iktidar ve kemalâtına intikal ile onun azametine secde-i hayret etsin."
"Bu vazifeyi îfa edecek insandır. Çünkü insan gerçi cahil, zulmetli bir şeydir amma öyle bir istidadı vardır ki âleme bir enmuzec ve bir numune olmaya liyakati vardır. Hem o insanda öyle bir emanet vedia bırakılmıştır ki onun ile gizli defineyi bulur, açar. Hem o insandaki kuvvetler tahdid edilmeyerek mutlak bırakılmıştır. Buna binaen küllî bir nevi şuur sahibi olur ki Sultan-ı ezel’in azamet ve haşmetinin şaşaasını idrak ediyor."(1)
Bu ifadeler “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyat Suresi, 51/56) âyet-i kerimesinin tefsiri gibidir. Âyette geçen “ibadet” kelimesine “marifet” mânası verilmiş; yani, beni tanısın, bilsinler diye…Nitekim “Ben gizli bir hazine idim bilinmeye muhabbet ettim de kâinatı yarattım.” (2) hadis-i kudsîsi de bu manayı te’yid ediyor.
Bu derste Allah’ı tanımanın ilk merhalesi, “rububiyetin haşmetini temaşa” olarak nazara veriliyor. Allah’ın mukaddes Zât’ının ve sonsuz sıfatlarının mahiyet ve hakikati bilinemeyeceği için Fatiha Sûresinde bütün medih ve senanın ancak kendisine has olduğu beyan edildikten sonra, O’nun Rabbü’l-âlemîn olduğu ders veriliyor. “Haşmet-i rububiyet” ifadesi, insanı bu muhteşem terbiyeyi düşünmeye sevk ediyor. Bu düşünce bizi “ulûhiyetin azametini” düşünmeye götürecektir. Yani, Cenab-ı Hakk’ın en mükemmel şekilde terbiye ettiği yıldızlar da melekler de bahçeler de çiçekler de canlılar da hücreler de hep kendilerine verilen vazifeyi en güzel şekilde yerine getirmekle O’na ibadet etmektedirler.
Bunların ötesinde bir de vazifesi ibadet olan sayısız melekler var. İnsan bu terbiyeyi, bu itaati düşünmekle ibadet vazifesinin ilk adımını atmış olur. Burada ibadetin bir bakıma tefsiri, bir bakıma kademeleri olan şu vazifelere de dikkat çekiliyor: Müşahede, tenezzüh, tefekkür ve hayret.
İşte insan bu dört vazifeyi en iyi şekilde yapacak bir yaratılışa sahiptir.
Bu dünya sergisinde Cenâb-ı Hak, yıldızlardan çiçeklere, balıklardan böceklere kadar, irili ufaklı birçok eserini sergilemiş, onları en mükemmel mânada terbiye etmiş, sonra bu sergide gezecek, ondaki eserleri görecek, her birindeki san’at inceliklerine hayret edecek ve serginin tamamını tefekkür edecek bir başka mahlûk yaratmış ve onu bütün bu vazifeleri yapabilecek şekilde terbiye etmiştir. İşte insan bu İlâhî serginin “müşahidi, mütenezzihi, mütefekkiri ve mütehayyiri” olmak üzere ahsen-i takvim üzere yaratılmış en son ve en istidatlı mahlûktur.
Bu vazifeleri yapma şerefine ermiş mü’minlerin, bir sonraki kemal mertebesi ise şöyle nazara veriliyor:
“Sonra o sergiden Sâni'in celaline, Mâlikinin iktidar ve kemalâtına intikal ile O’nun azametine secde-i hayret etsin.”
Bu “hayret secdesi”, önceki gaybî faaliyetlerin bir neticesidir ve o da yine gaybîdir. Bu gaybî secde, daha sonra huzura inkılab edecek ve insan, namazlarında secdeye kapanacaktır. Ruhun hayret secdesi, bu âlemdeki harika ve haşmetli terbiyelerin bir neticesi olan insan bedeninin yere kapanmasıyla, maddeten de temsil edilmiş olacaktır.
Bedenin secdesi olduğu gibi, aklın, hayalin, kalbin ve ruhun da secdesi vardır. Belki de bedenin secdesi; kalb, akıl ve ruhun manevî secdesinin bir tezahürüdür. Bedenin secdesi, bir temsildir. Hakikatte ise; aklın hayretini, kalbin itmi'nanını, hayalin inbisatını ve ruhun minnet ve şükranını temsil eder.
Aklın secdesi demek, mahlûkat âleminde sergilenen kudret mucizelerine karşı hayretini ifade etmesidir.
“Bu vazifeyi îfa edecek insandır. Çünkü insan gerçi cahil, zulmetli bir şeydir amma, öyle bir istidadı vardır ki, âleme bir enmuzec ve bir nümune olmaya liyakatı vardır.”
Burada insanın kabiliyetlerinin sınırsızlığından bahsedilmenin yanında Zalim ve cahil olma özelliğine dikkat çekilmiştir. Bu da Cenab-ı Hakkın semavatın, arzın ve dağların kaldıramayacağı emaneti, ancak insanın kaldırabileceği halde insanın çok zalim ve çok cahil olduğunu ifade buyurduğu ayeti de (Ahzab suresi, 72) derhatır ettirir.
Bu ayette geçen "Şüphesiz o (insan) çok zalim ve çok cahildir" ifadesi Üstadımızın burada değindiği hakikate çok muvafık gelmektedir. Evet insan çok değerlidir, ama bunun değerini de bilmedi mi o zaman en cahil ve en zalim bir varlık olur.
Bununla birlikte “Cahil” kelimesi bizi Yirmi Üçüncü Söz’e götürüyor. Orada, serçe ve arı gibi bir hayvanın yirmi günde bütün hayat şartlarını öğrenmesine rağmen, insanın bunu yirmi senede, kısmen başardığı, hatta ömrünün sonuna kadar da öğrenmeye devam ettiği kaydedilir.
“Zulmetli” kelimesi insan bedeni için kullanılmıştır. Yani, insan, melekler gibi nuranî bir varlık değildir. Şu var ki, kalbi iman ile aklı ilim ile nurlandığında insanın iç âlemindeki bu nuraniyet melekleri geride bırakabilir.
Öte yandan, bu küçük insan âleme bir enmuzec ve numunedir. Üstad'ın ifadesiyle, “Âlemde ne varsa numunesi insanda vardır.”
İnsanın bu kâinatın bir misal-i musağğarı, yani küçük bir misâli olduğu Nur Külliyat’ında sıkça nazara verilir; hafızasının levh-i mahfuzdan, hayalinin âlem-i misalden, kemiklerinin taşlardan, etlerinin topraktan, bedeninde akan çeşitli suların ırmaklardan haber verdiği ifade edilir.
“Hem o insanda öyle bir emanet vedia bırakılmıştır ki, onun ile gizli defineyi bulur, açar.”
Bu cümlenin geniş izahı Otuzuncu Söz olan Ene bahsidir.
Haşir Risalesinin On Birinci Hakikatinde geçen şu ifade, emanetin ne olduğunu çok veciz bir şekilde ortaya koyuyor:
“… Emanet-i Kübrayı tahammül edip, yâni küçücük cüz’i ölçüleriyle, san’atçıklariyle Hâlikının muhît sıfatlarını, küllî şuunatını, nihayetsiz tecelliyatını ölçerek bilip….”
Buna göre, emanet, “insan istidadı” oluyor. İnsan, bu istidat sayesinde emaneti yükleniyor. Demek emanetin iki vechi vardır. Birincisi; emanet dediğimiz insanın sahip olduğu ölçücükler ve sanatçıklarla Allah'ın sonsuz sıfat, isim ve şuunatını anlamasıdır. İkincisi ise; bu kıyası ve marifeti yapabilecek ve yüklenebilecek istidata sahip olunmasıdır. Göklerin, yerin ve dağın emaneti yüklenememeleri ise kabiliyetlerinin bu işe yetmemesi sebebiyledir. Emanet de insanın kendi istidadına konulmuş bu sıfatları, hususiyetleri ve halleri iyi değerlendirip, Allah’ın sıfatlarını, fiillerini, şuûnatını bir derece bilmesidir.
Allah’ı tanımak ve bilmek için yaratılan insanın, bu vazifeyi yapabilmesi için kendisine lüzumlu bütün sermaye verilmiştir. Şöyle ki: İnsanın kuvveti olacaktır ki, Allah’ı kudret sahibi olarak tanıyabilsin. İradesi olacaktır ki, O’nun irade sıfatına bir derece bakabilsin. Görmesi, işitmesi olacaktır ki Allah’ı Basir ve Semi’ olarak tanıyabilsin. Keza, kendisinde hem merhamet, hem de gazap duyguları olacaktır ki, Allah’ın rahmetini ve kahrını anlayabilsin.
Bütün bu sıfatlar, Allah’ın marifeti için verilmişlerdir. Bunlarla dünya işlerimizi de görürüz, ama bu duyguların, bu sıfatların ve hallerin ruhumuza takılmasındaki temel hikmet ve gaye Allah’ı tanımamızdır. Yoksa istidatları bizden çok gerilerde kalan bütün hayvanlar da dünya hayatlarını o azıcık sermayeleriyle mükemmel görebiliyorlar. Bu konu Yirmi Üçüncü Sözde “bir padişahın iki hizmetkârına ayrı sermayeler verip bir pazara göndermesi” misalinde çok güzel işlenmiştir.
“Hem o insandaki kuvvetler tahdid edilmeyerek mutlak bırakılmıştır.”
İnsandaki kuvveler sayılamayacak kadar çoktur. Ancak bunlardan üç tanesi temel kuvveler hükmündedir: Kuvve-i şeheviye (menfaati celb etme kuvvesi), kuvve-i gadabiye (zararları def etme kuvvesi) ve kuvve-i akliye.
İmtihan sırrının bir muktezası olarak, insandaki kuvvelere bir sınır konulmamış. Mesela, insandaki hırs duygusu kuvve-i şeheviyenin bir alt kolu gibidir. İnsan ne kadar dünyalık sahibi olsa da gözü yine doymaz. Bir hadis-i şerifte haber verildiği gibi:
“Eğer Âdemoğlunun iki vâdi dolusu altını olsaydı muhakkak üçüncü bir vâdi daha isterdi! Âdemoğlunun gözünü ancak toprak doyurur. Tövbe edenin tövbesini Allah kabul eder.” (3).
Akıl kuvvesi de bir yönüyle sınırsızdır. İnsanın ömrü olsa da binlerce farklı ilim dallarında ihtisas yapsa, yeni bir dal için artık aklımda yer kalmadı demez. İnsan aklının sınırlı olduğu sahalar ayrı bir konudur. Meselâ, insan kendi ruhunun mahiyetini bilemediği gibi, Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ının mahiyetini de bilemez.
Gazap kuvvesi de sonsuzdur. İnsan bu kuvveyi yanlış kullanırsa, öldürdüğü insanların kafalarından kaleler yapsa yine doymaz; yeni cinayetler işlemek ister.
İşte, insan bu kuvvelerini İslâm’ın emir ve yasaklarıyla sınırlandırmak üzere bir imtihana tabi tutulmuştur.
Ek bilgi için tıklayınız:
- EMANET
- EMANET-I
Dipnotlar:
(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Zerre.
(2) bk. Acluni, Keşfü'l-Hafa, II, 132.
(3) bk. Müslim, Zekat, 117.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü