"Şu altı temsil, hem nakıs, hem mütenahi, hem zayıf, hem tesir-i hakikisi yok olan mümkinat kuvvetinde ve fiilinde bilmüşahede görünse..." Devamıyla birlikte izah eder misiniz? Kâinatın adem-i sırftan yaratılması ne demektir?
Değerli Kardeşimiz;
Devamı şöyle:
“Şu altı temsil; hem nâkıs, hem mütenahi, hem zaif, hem tesir-i hakikîsi yok olan mümkinat kuvvetinde ve fiilinde bilmüşahede görünse; elbette hem gayr-ı mütenahî, hem ezelî, hem ebedi, hem bütün kâinatı adem-i sırftan icad eden ve bütün ukûlü hayrette bırakan, hem âsâr-ı azametiyle tecelli eden kudret-i ezelîyeye nisbeten şübhesiz her şey müsavidir. Hiçbir şey ona ağır gelmez (Gaflet olunmaya). Şu altı sırrın küçük mizanlarıyla o kudret tartılmaz ve münasebete giremez. Yalnız fehme takrib ve istib’adı izale için zikredilir.”(1)
Bilindiği gibi, Allah’ın varlığı vacibdir, mahlûkatın varlığı ise mümkin sınıfına girer. Vacibin varlığı zatındandır, ezelî ve ebedîdir, olmaması muhaldir, eşi, benzeri ve zıddı yoktur. Mümkinin ise varlığı zâtından değildir, Allah’ın var etmesiyle var olmuştur, yok etmesiyle de varlığı son bulur. Yani, mümkin için olup olmamak müsavidir.
Bu risalede, Allah’ın her şeyi son derece kolay yarattığı ve o kudret nazarında büyük ile küçüğün, az ile çoğun farkı olmadığı mümkinat âleminden verilen altı temsil ile akıllara yaklaştırılmış, kalblerin kabulüne hazır hale getirilmiştir.
Dersin bu hülasa kısmında, Allah’ın vacip kudretiyle, mahlûkatın mümkin kuvvetleri arasında bir mukayese yapılarak, “vacibin mümkinde son derece kolay tasarruf edeceğine” dikkat çekilmiştir.
Bunun için önce mümkinlerin kuvveti “hem nâkıs, hem mütenahî, hem zaîf, hem tesir-i hakikîsi yok” şeklinde ifade edilmiş, devamında Vacib olan Allah’ın kudreti için “hem gayr-ı mütenahî, hem ezelî, hem ebedî, hem bütün kâinatı adem-i sırftan icad eden” sıfatları nazara verilmiştir. Daha sonra, Vacibü’l-Vücud olan Allah’ın ezelî ve ebedî kudretiyle mümkinat âleminde son derece kolay tasarrufta bulunabildiği ve o kudrete nisbeten zerre ile şemsin, bir çiçekle bir baharın, bir insanı yaratmakla bütün insanları yaratmanın, keza bir insanı haşretmekle bütün beşerihaşretmenin hiçbir farkı olmayacağı akıllara ve kalblere kâmil mânada gösterilmiştir.
Bu konu, Yirminci Mektub’da “Ve hüve alâkülli şey’in kadîr” bahsinde çok geniş ve en mükemmel şekilde işlenmiştir. O Mektup’ta üzerinde durulan bir nokta da “vacib mahiyetinin mümkin mahiyetine mübayin” olduğudur. Konumuzla yakın alâkası bakımından bu madde üzerinde kısaca duralım:
Aynı mahiyetteki şeyler birbirlerini sevk ve idare etmekte zorluk çekerler. Ama mahiyet farklı olunca zorluk da ortadan kalkar. Üstadımızın güneş misali üzerinde konuşacak olursak, güneşin aynalardaki tecellilerinin iradeleri ve kuvvetleri olsa, bir tecellinin diğerlerine hükmetmesi çok zor olur veya mümkün olmaz. Güneşin mahiyeti bu tecellilerin mahiyetinden çok farklı ve çok üstün olduğundan, bir tek güneş sayısız görüntülere birlikte hükmedebilir.
Bir misâl de derste geçen itaat sırrından verelim. Bir kumandan arş emriyle koca bir orduyu hareket ettirebildiği halde, bir asker iki askere hükmünü geçiremez. Zira mahiyetleri rütbe noktasından aynıdır.
Bu zorluk ve kolaylık meselesinde insan aklının aldandığı en mühim noktaya bu derste işaret edilmiş oluyor. O da insanın bu meseleyi düşünürken mahluk ve mümkün olan kendi aklını ve kuvvetini ölçü almasıdır. Hâlbuki konuya Vacibin kudreti noktasında bakılsa mesele çok kolay halledilecektir.
Sualin ikinci şıkkı olan kâinatın “adem-i sırftan icad” edilmesine gelince:
Bir hadis-i kudsîde şöyle buyrulur:
"Allah vardı ve hiçbir şey yoktu."(2)
Her şey sonradan yaratıldığına göre, her mahluk yoktan yaratılmış demektir. Önceki soruların cevabında da beyan ettiğimiz gibi, Cenâb-ı Hakk’ın ibda ve inşa olmak üzere iki türlü yaratması vardır. İbda’da her şeyin yoktan yaratıldığı açıktır. Ne melekler, ne ruhlar, ne arş, ne kürsi, ne levh-i mahfuz, ne âlem-i misâl bir başka şeyin terbiye edilmesiyle yaratılmış değillerdir. Hepsi doğrudan ve hiçten yaratılmıştır.
"İnşa"da ise, bu hikmet dünyasının bir muktezası olarak, önce her şeyin asılları yine yoktan yaratılmışlar, ama onlar terbiye görerek, tekâmül kanununa tabi kılınmışlar ve zaman içinde kademeli olarak terakki ettirilmişlerdir. Kâinatın altı günde yani altı devrede yaratılması, insan nutfesinin dokuz ayda çocuk haline gelmesi bunun misallerindendir.
Üstad Hazretleri, insan hayatının mahiyetini maddeler halinde sıralarken şu noktaya da dikkat çeker:
"... Hem şuûn ve sıfat-ı İlâhiyenin bir mikyası"(3).
Marifet ve ibadet için yaratılan insanın, ruh ve kalbinde de nice ince sırların numuneleri mevcuttur. İbda ve inşa’nın da küçük bir misâlini kendi ruh âlemimizde bulabiliriz. Şöyle ki:
İnsan bazen bir konu üzerinde kafa yorar, deliller toplar, bunları bir araya getirerek değerlendirir ve sonunda bir hükme varır. Burada bir inşa söz konusudur.
Bazen de insan kalbine ulvî bir mâna bir anda ilham edilir. Sonra onu kelimelere dökmeğe çalışır. O mânanın doğması ibda iledir. Ancak onu kelimelere döktüğünde yine inşa ve zaman devreye girer.
Dipnotlar:
1) bk. Sözler, Yirmi Dokuzuncu Söz, İkinci maksat.
2) bk. Buhari, Bed'u'l-halk, 1.
3) bk. Sözler, On Birinci Söz.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü