"Tabiatın iki ciheti vardır. Biri zahiridir ki, ehl-i gaflet ve dalâletçe hakikat zannedilmiştir. Diğeri bâtınıdır ki, san’at-ı İlâhiye ve sıbğa-i Rahmâniyedir. Tabiata ilâveten iddia edilen kuvvet ise, Hâlık-ı Hakîm-i Alîmin cilve-i kudretidir." İzahı?
Değerli Kardeşimiz;
Tabiat dedikleri şey, Allah’ın bir san’atı, eseri ve kanunudur. Gafil ve yoldan çıkmış insanlar bu kanunları -hâşâ- yaratıcı telakki ediyorlar. Bazıları da bu kanunların kâinatı idare ettiğini zannediyorlar.
Mesela, elmanın ağaç eli ile verilmesine bakarak elmayı ağacın yaptığını söylüyorlar ya da onu tabiat kanunlarının tabiî bir neticesi olarak görüyorlar. Hâlbuki bir elmanın icat edilebilmesi için sonsuz bir ilim, mutlak bir irade ve nihayetsiz bir kudret gerekiyor.
Meyvenin vücut bulma safhasında sebepler sadece perdedir, hakiki mânada hiçbir müdahaleleri ve tesirleri yoktur. Ağacın bütün planını çekirdeğine yerleştiren, onu Fettah ismi ile açıp ağaç haline getiren ve başında meyve bitiren Allah’tır. Ağaç ile elma arasında yaratma açısından hiçbir münasebet yoktur. Kayyumiyet sırrı ile Allah’ın kudreti, elmanın yaratılışının her safhasında mutlak galiptir.
Kuvvetlerden kastedilen mana; Allah’ın kudretinin o yerde aldığı isim ve unvandır. Yani Allah’ın kudreti suyun kaldırma kanununda tecelli edince, o ismi alıp onunla biliniyor. Güneşin cazibesinde tecelli edince de; ayrı bir isim ve unvan ile anılıyor vs. İsimleri ve unvanları veren insanlardır, itibarî ve vehmî olması da bu mânayadır. Hakikî mânada iş gören ve tesir eden ise; Allah’ın kudretidir. Sebepler sadece bir perdedirler, İlahî kudretin bir tecellisi ve cilvesidirler.
Bu konuda Üstadımız Yirmi Beşinci Söz'de şu mükemmel tahlili yapmaktadır:
"Hem semere ve gayetini zikretmekle âyet gösteriyor ki, sebepler çendan nazar-ı zâhirîde ve vücutta müsebbebatla muttasıl ve bitişik görünür. Fakat hakikatte mabeynlerinde uzak bir mesafe var. Sebepten müsebbebin icadına kadar o derece uzaklık var ki, en büyük bir sebebin eli, en ednâ bir müsebbebin icadına yetişemez. İşte, sebep ve müsebbep ortasındaki uzun mesafede, esmâ-i İlâhiye birer yıldız gibi tulû eder. Matlaları, o mesafe-i mâneviyedir. Nasıl ki zâhir nazarda dağların daire-i ufkunda semânın etekleri muttasıl ve mukarin görünür. Halbuki, daire-i ufk-u cibalîden semânın eteğine kadar, umum yıldızların matlaları ve başka şeylerin meskenleri olan bir mesafe-i azîme bulunduğu gibi, esbab ile müsebbebat mabeyninde öyle bir mesafe-i mâneviye var ki, imanın dürbünüyle, Kur’ân’ın nuruyla görünür."(1)
(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, İkinci Şule.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü