Yirminci Mektubun başındaki Mukaddimeyi ana hatlarıyla izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"Kat’iyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en sâfi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir..." (Mektubat, Yirminci Mektup, Mukkaddime)
"Kat'iyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billâhtır..."
“Sen olmasaydın âlemi yaratmazdım.” (bk. Ali el-Kâri, Şerhü’ş-Şifâ, 1:6) hadis-i kudsisi doğrudan Resulullah Efendimize (asm.) bakmakla birlikte, dolayısıyla da bütün peygamberlere, ümmetlerine ve Peygamber Efendimizin (asm.) irşadıyla imana, marifete ve ilahi muhabbete kavuşan bütün müminlere bakmaktadır. İşte yaratılışın en yüksek gayesi bu kâmiller cemaatinin imanları ve ubudiyetleridir. Her mümin de derecesine göre bu şereften hissedar olmaktadır.
Allah’a iman etmek, onun eseri, onun misafiri olduğunu bilmek, kalbin en büyük lezzeti ve saadetidir. İman eden insan marifetullahta yani Rabbini esma ve sıfatlarıyla tanımakta mertebeler katettikçe ruhu manevi zevklere, lezzetlere ve sürurlara gark olur.
"Evet, bütün hakiki saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır."
Marifetullah denilince Allah’ı bütün esma ve sıfatlarıyla ve şuunatıyla tanımak hatıra gelir. Ahsen-i takvimde yaratılan insan, bütün esmaya mazhar olma şerefine ermekle marifet sahasında en ileri makamlara çıkmaya namzet olmuştur. Bu ise hakiki bir saadettir; dünyanın gelip geçici saadetleriyle mukayese edilmeyecek kadar yüksektir. Bu saadet “halistir, şirindir ve safi”dir. Dünyanın hiçbir derdi, elem ve kederi o saadet güneşini perdeleyemez, gölgeleyemez ve bozamaz.
"Cenâb-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara, ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır."
Nur Külliyatı’nın birçok dersinde kemaliyle işlenen bu hakikatin kısa bir izahını şöyle yapabiliriz:
Bir mü’min şöyle düşünür: Ben İlâhî isim ve sıfatların tecellileriyle bu varlık nimetine kavuşmuşum. Hayatım Muhyi isminden, suretim Musavvir isminden, görmem Basir isminden haber veriyor. Her organım, her hücrem, her duygum ve her hissim hikmetle yaratılmış olmalarıyla Allah’ın Hakîm ve Alîm isimlerinin tecellilerini sergiliyorlar. Bütün bunlar bana bir İlâhî ihsan ve ikram olmalarıyla Kerîm ve Muhsin isimlerini aklıma ve kalbime ders veriyorlar. Ben tek başına yaşayan, müstakil bir varlık değilim. Yer çekimiyle ayaklarım yere bağlanmış, ciğerlerim hava ile temasta, gözüm güneşle aydınlanıyor. Ben Üstad'ımın ifadesiyle “Şu kâinat ağacının en son ve en mükemmel meyvesi”yim.
Üstad Hazretleri Nur Külliyatı’ında “insanın fıtratında cemâle karşı muhabbet, kemale karşı perestiş ve ihsana karşı sevmek” bulunduğunu beyan ediyor. Bir hayvan, kendi varlığına ve onu kuşatan şu varlık âlemine çok cüz’î bir ölçüde vakıftır. Yolunu Güneş'le görür ama Güneş'i tanımaz. İnsan ise her birinin hakikati bir veya daha fazla esmaya dayanan şu varlık âlemini hem sevmekte, hem onda sergilenen kemallere hayran olmakta, hem de kendisine teveccüh eden sonsuz ihsanlara karşı şükür ve hamd edebilmektedir. Bunların her biri kalb ve ruh için ayrı birer saadet ve yine ayrı birer terakki ve tekâmül vesilesidir.
Bilkuvve; kuvve hâlinde bulunma, mesela bir çekirdekte ağaç olma kabiliyetinin bulunması demektir. Bu kabiliyetin inkişafının fidan olmaktan mükemmel bir meyve ağacı olmaya kadar çok mertebeleri vardır. İnsanların manevi terakkileri de böyledir. Kimin de bu mükemmel istidat inkişaf ettirilmeyerek bilkuvve kalmıştır. Bir başkasında fidan, bir diğerinde ağaç olmuştur. Ağacın da yine verdiği meyvelerin miktarı ve kalitesi itibariyle çok mertebeleri vardır. İnsanların düşünce âleminde ve amel dünyasında da hem kemiyet, hem de keyfiyet itibariyle çok makamlar ve mertebeler mevcuttur.
"Onu hakiki tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama manen ve maddeten müptela olur."
Kendisini tabiatın yaptığını yahut tesadüfen insan olduğunu vehmeden bir kimse, iç âleminde sahipsiz ve hamisiz olmanın boşluğunu duyar ve daha sonra bu duygu ızdıraba dönüşür. Kendisini rahatsız eden hâdiselerden, hayatına son veren ölüme kadar her şeyi sahipsiz ve hikmetsiz telakki eden bir kimse nihayetsiz şekavete ve elemlere maruz kalır. Bunlardan kurtulmanın yolunu gaflette ve sefahette arar ve Üstad'ımızın ifadesiyle; “aklını tenvim edip uyutur.”
Dünyanın sıkıntıları ve elemleri mü’minler için de söz konusudur. Hatta bir hadis-i kudsîde belaların en şiddetlilerinin peygamberlere ve evliyaya,…, isabet ettiği haber verilmektedir.(1) Şu var ki, mümin olan bir insan, bütün bela ve musibetleri bir imtihan vesilesi olarak görür, sabretmek ve şükretmek şartıyla bütün bu elem verici haller onun için ibadet hükmüne geçer. Üstad'ımız bu tarz ibadet için; “menfi ibadet” ifadesini kullanır.
"Evet, şu perişan dünyada, âvâre nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta; sahipsiz, hâmisiz bir surette; âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder."
Ölümü hiçlik ve yok olma şeklinde gören bir insan için hayat meyvesiz bir ağaç gibidir. Mümin için ise bu hayat ebedî ve saadetli bir hayatı netice vermektedir. Kendini sahipsiz ve ölümü hiçlik olarak gören bir insan “bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder.”
"Eğer sahibini bulsa, malikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur."
Dünyanın ticaretgâh olması ifadesi, Altıncı Söz’de manevi bir tefsiri yapılan şu âyet-i kerîmeyi hatırlatmaktadır:
“Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır...” (Tevbe, 9/111)
1) bk. el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 1:519, no: 1056; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:343; Buharî, Merdâ: 3; Tirmizî, Zühd: 57; İbni Mâce, Fiten: 23; Dârimî, Rikâk: 67; Müsned, 1:172, 174, 180, 185, 6:369.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü