"Bir baharı, tek bir çiçek misillü suhuletle icad eder. Cüz’î-küllî, küçük-büyük, az-çok, o kudrete nisbeten farkları yoktur. Seyyareleri, zerreler gibi kolay döndürür." İzah eder misiniz?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

Cüz’, parça demektir; küll ise bütün. Cüz’î, küllînin bir ferdidir; küllî ise bir şahs-ı manevîdir, o cüz’înin dâhil olduğu nev’in ismidir.

İnsan bedeni küll’dür, bir tek organı ise o küll’den bir cüz’dür. Bedeni yaratan kim ise o organı da yaratan odur.

Kâinat bir külldür, sistemler onun cüzleridir. Güneş Sistemi bir külldür, gezegenler onun cüzleridir. Küll’ü kim yaratmış ise onun cüzlerini yaratan da odur.

Küllî ve cüz’î: “İnsan” dendiği zaman insan nevi bir bütün olarak hatıra gelir; yâni küllî bir mana anlaşılır. Her bir insan ise o küllînin bir ferdidir. Üstad hazretlerinin “tecerrüd sırrını” izah ederken verdiği misali konumuza tatbik edebiliriz:

“Meselâ, iğne gibi bir balık, balina balığı gibi, o mahiyet-i mücerredeye mâliktir; bir mikrop, bir gergedan gibi, mahiyet-i hayvaniyeyi taşıyor.” (Sözler)

Balık dendi mi bu mücerred bir mahiyettir, yâni bir manadır, bir nev’in ismidir. Balina balığı ise o küllî mananın cüz’î bir ferdidir ve müşahhastır.

Bu konuda âlimlerimiz şöyle bir inceliğe de dikkat çekerler: Cüz’e küllün ismi verilmez; cüz’î ve küllî ise aynı isimle yâd edilirler. Yâni, insanın bir organına, meselâ ayağına insan denilmez. Ama bir tek insana da insan denilir, bütün insan nev’ine de.

Üstad hazretleri bu mefhumları vahdaniyetin ispatında kullanıyor: Bir fert kimin mülkü, kimin san’atı ise onun dâhil olduğu nev’in tamamı da onun mülkü, onun mahlûkudur (cüz’-küll meselesinde bir organ kimin mahlûku ise, onun ait olduğu beden de onun mahlûkudur denilmişti.).

Bir insanın bütün organlarının vahdetinden bir tek beden ortaya çıktığı gibi (cüz’-küll), bir nev’in bütün fertlerinin birlikte düşünülmesiyle de ayrı bir vahdet tablosuyla karşılaşılır. Bu fertlerin tümünü kim yaratmışsa, bir tek ferdini de o yaratmıştır (cüz’î-küllî).

Koyun dendi mi, bir koyunu kim yaratmışsa bütün koyunları yaratan da odur.

Atom dendi mi, bir atomdaki sistemi kim kurmuş ise, bütün atomları da o yaratmış ve tanzim etmiştir.

Hücre dendi mi, bir tek hücreye kim hayat veriyorsa, bütün hücreleri hayatlandıran da odur.

Ve nihâyet, yıldız dendi mi, bir yıldız kimin mülkü, kimin san’atı ise bütün yıldızlar âlemi de onundur.

Allah'ın sonsuz kudreti karşısında az, çok, büyük, küçük, ağır, hafif, uzun, kısa gibi şeylerin hepsi müsavidir. Bu mânayı akla yaklaştırmak için Üstad, altı tane temsili zikreder.

"Birinci Temsil: Şeffafiyet sırrıdır

Meselâ: Şemsin feyz-i tecellisi olan timsali ve aksi, denizin yüzünde ve denizin her bir katresinde aynı hüviyeti gösterir. Eğer küre-i arz, perdesiz güneşe karşı muhtelif cam parçalarından mürekkeb olsa; şemsin aksi, her bir parçada ve bütün zemin yüzünde müzahametsiz, tecezzisiz, tenakussuz bir olur. Eğer farazâ şems, fâil-i muhtar olsa idi ve feyz-i ziyasını, timsal-i aksini iradesiyle verse idi; bütün zemin yüzüne verdiği feyzi, bir zerreye verdiği feyzden daha ağır olamazdı.”

Bilindiği gibi, Allah’ın bir ismi Nur’dur ve bütün esmâsı nuranîdir. Üstad Hazretleri Güneş için “Nur isminin kesif bir zılali” ifadesini kullanıyor. İşte bu temsilde, Nur isminin koyu ve katı bir gölgesi hükmünde olan Güneş'in, bütün aynalarda birlikte tecelli etmesi nazara verilerek, İlâhî isimlerin eşyada çok kolay tecelli ettiği, bir tecellinin diğerine mani olmadığı bozulmamış bütün kalplere kabul ettiriliyor.

Güneş bir zerreye verdiği feyzi, bütün zemin yüzüne de aynı kolaylıkla verebilmektedir. Bu harika misâli bütün İlâhî isimler için tatbik edebiliriz. Meselâ, “Rezzâk” ismi bir nurdur, her bir rızık ise o nurdan bir lem’a gibidir. Cenâb-ı Hak bu isminin tecellisiyle, bir sineği, bir böceği rızıklandırdığı gibi, aynı kolaylıkla zemin yüzündeki bütün canlıları ve her bir canlının da bütün hücrelerini rızıklandırmaktadır.

"İkinci Temsil: Mukabele sırrıdır."

"Meselâ: Zîhayat ferdlerden terekküb eden bir daire-i azîmenin nokta-i merkeziyesindeki ferdin elinde bir mum ve daire-i muhitteki ferdlerin ellerinde de birer âyine farzedilse; nokta-i merkeziyenin muhit âyinelerine verdiği feyiz ve cilve-i aks, müzahametsiz, tecezzisiz, tenakussuz, nisbeti birdir."

Her iki temsil arasında büyük benzerlik vardır. Aradaki tek fark, şahısların ellerindeki aynaların muma mukabil tutulmasıdır. Yani birincisinde feyz verme, ikincisinde ise feyz alma esastır. Her ne kadar, “nokta-i merkeziyenin muhit âyinelerine verdiği feyiz” ifadesi, Güneş'in feyz vermesiyle aynı gibi görünse de bu temsilin “mukabele sırrı” olmasından hareketle, burada esas olanın “feyiz alma” olduğu anlaşılıyor. Yani bir ayna da binlerce ayna da kendilerini Güneşe mukabil tutsalar, hepsi aynı feyzi birlikte alırlar, yer darlığı olmaz. Güneş de feyzini bunların tamamına aynı kolaylıkla verir.

"Üçüncü Temsil: Muvazene sırrıdır."

Allah’ın sonsuz kudretiyle, her şeyi son derece kolay yarattığına mahlûkat âleminden farazî bir misâl veriliyor:

Meselâ: Hakikî ve hassas ve çok büyük bir mizan bulunsa; iki gözünde iki güneş veya iki yıldız veya iki dağ veya iki yumurta veya iki zerre herhangisi bulunursa bulunsun, sarf olunacak aynı kuvvet ile o hassas azim terazinin bir gözü göğe, biri zemine inebilir.”

Sarf olunacak aynı kuvvetle, güneş de göğe çıkarılabiliyor, zerre de. İkisi arasında bir kolaylık veya zorluk farkı olmuyor.

Bu misâlin hakikate tatbiki şöyledir:

Muvazene kelimesi “imkân”ın tarifiyle alâkalıdır. İmkân, “iki tarafı müsavi olan, yani yokluğu ile varlığı eşit olan” şeklinde tarif ediliyor. Allah’ın varlığı zâtındandır, olması vaciptir, olmaması muhaldir; ezelîdir ve ebedîdir. Mahlûkatın ise varlıkları mümkindir, varlıkları zâtlarından değildir, yoklukta kalmaları ile varlık sahasına geçmeleri müsavidir. Vacib olan Allah’ın iradesiyle bu mümkinler var edilirler. Yani, İlâhî irade ile varlık kefesi ağır basar ve yokluk ortadan kalkar.

Dünya gibi âhiret de mümkin sınıfına girer; onun da olması ile olmaması müsavidir. Cenâb-ı Hak, âhiretin varlığını irade ettiği için varlığı yokluğuna galip gelmiş ve âhiret yaratılmıştır.

Bir çiçekle bir bahar, bir insanla bütün insanlar, bir atomla bir sistem, bir cevizle bir güneş “mümkin” olmakta eşittirler. Hepsi vacib olmaktan aynı derecede uzaktırlar. Vacib olan Allah’ın irade ve kudretinin taallukunda da bu mümkinler arasında hiçbir fark yoktur. Dilediğinde her mümkini aynı kolaylıkla varlık sahasına çıkarabilir.

"Dördüncü Temsil: İntizam sırrıdır."

“ … En azîm bir gemi, en küçük bir oyuncak gibi çevrilebilir.”

Büyük gemiyi çalıştırmak için çok büyük kuvvet sarf etmek gerekmiyor.

Misâlin hakikate tatbikinde şu noktanın dikkate alınması gerekir: Kâinattaki nizam ve intizam Cenâb-ı Hakk’ın “Alîm”, “Hakîm” gibi çok esmâsının tecellisiyle ortaya çıkmıştır. Bu hâl, bir kemal tezahürüdür. Yoksa bu nizamlı yaratılış, mahlûkatın sevk ve idaresi noktasında Allah için -hâşâ- bir kolaylık vesilesi değildir.

"Beşinci Temsil: Tecerrüd sırrıdır."

Meselâ: Teşahhusattan mücerred bir mahiyet, bütün cüz’iyatına en küçüğünden en büyüğüne tenakus etmeden, tecezzi etmeden bir bakar, girer. Teşahhusat-ı zahiriye cihetindeki hususiyetler, müdahale edip şaşırtmaz. O mahiyet-i mücerredenin nazarını tağyir etmez. Meselâ: İğne gibi bir balık, balina balığı gibi o mahiyet-i mücerredeye mâliktir. Bir mikrop, bir gergedan gibi mahiyet-i hayvaniyeyi taşıyor.”

Bu temsilde de yine İlâhî kudrete nisbeten, az ile çoğun, fert ile cemaatin bir farkı olmayacağına başka bir misal verilmiş oluyor. Meselâ, “balık” kelimesi bir cinsin ismidir, bir mahiyetin unvanıdır; küllî bir mana taşır. Bir tek balığa da “balık” denir, binlerce ve milyarlarca balığa da yine “balık” denir. Burada bir ile milyarın farkı yoktur.

Üstad Hazretleri Allah’ın sonsuz kudreti için az ile çoğun, fert ile cemaatin farkı olmadığına mahiyetler âleminden bir misal vermiş oluyor.

"Altıncı Temsil: İtaat sırrını gösterir."

“… İşte bütün kâinatın 'Kün' emrine itaatı, bir tek nefer hükmünde olan bir zerrenin itaatı gibidir. İrade-i ezeliyeden gelen 'Kün' emr-i ezelîsine mümkinatın itaatı ve imtisalinde, yine iradenin tecellisi olan meyil ve ihtiyaç ve şevk ve incizab; birden, beraber mündemiçtir. Latif su, nazik bir meyille incimad emrini aldığı vakit demiri parçalaması, itaat sırrının kuvvetini gösterir.”

“Bir kumandan, 'Arş!..' emri ile bir neferi tahrik ettiği gibi, aynı emir ile bir orduyu tahrik eder.” cümlesi diğer temsillerde olduğu gibi, İlâhî kudretin icraatında az ile çoğun, fert ile nev’in, zerre ile güneşin fark etmediğine bir misâl olarak zikredilmiştir.

Üstad Hazretleri, dersin sonunda, mahlûkat âleminden verilen bu temsillerin mizanıyla o kudretin tartılamayacağına bilhassa dikkat çekiyor. Kendi ifadesiyle: “Şu altı sırrın küçük mizanlarıyla o kudret tartılmaz ve münasebete giremez. Yalnız fehme takrib ve istib’adı izale için zikredilir.”

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

BENZER SORULAR

Yükleniyor...