"Çünkü duyguları, efkârları kâinatın envar-ı marifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame edecek bir madde bulmadığı için, sönerler. Gelen her şey nefsindeki renklerle boyalanır." İzah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"Çünkü duyguları, efkârları kâinatın envar-ı marifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame edecek bir madde bulmadığı için, sönerler. Gelen her şey nefsindeki renklerle boyalanır. Mahz-ı hikmet gelse, nefsinde abesiyet-i mutlaka suretini alır. Çünkü şu haldeki enenin rengi, şirk ve ta’tildir, Allah’ı inkârdır." (Sözler, Otuzuncu Söz, Birinci Maksat)
Yirminci Mektup’ta iman-ı billah, marifetullah, muhabbetullah ve lezzet-i ruhaniye sıralaması geçer. İmanı marifet takip ediyor. Marifet tanımak demektir. Fatiha suresinde önce bütün hamd ve senanın ancak Allah için ve ona mahsus olduğu beyan edildikten sonra marifet deslerine geçilir. Ve ilk olarak Allah, bütün âlemlerin Rabbi olarak tanıtılır. Bunu Rahmân, Rahîm ve Malikiyevmüddin isimleri takib eder. Bu dört isim Kur’ânda geçen bütün marifet derslerinin hülasası ve çekirdeği hükmünedir.
Allah’ın zatı bilinemeyeceğine göre insanların onu tanımada ilk ve en yakın delilleri, içinde yaşadıklları kâinattır. Kâinatı okumada ve doğru değerlenirmede ise en büyük ve yegâne rehber Kur’ân-ı Kerîm’dir. Üstad Hazretleri Kur’ân tariflerinin birincisinde “kitab-ı kâinatın tercüme-i ezeliyesi” ifadesini kullanır. İşte Allah’ın sıfatlarını, esmasını, şuunatını Kur’ân’dan ders alabilmenin şartı iman etmektir. İnanmayan insan kâinat ve içindeki hadisatı kendi aklınca değerlendirmeye kalkar ve aldanır.
Bu kısa açıklamadan sonra Üstadımızın hakikat dersine geçelim:
Birinci cümlede kâinatı değerlendirmede müracaat ettiğimiz iki esas kaydedilir: Duygular ve efkâr.
Eşya hakkındaki bilgilerimizde, yani Güneş'i, Ay'ı, denizi bilmemizde duygularımız birinci planda yer alır. Yerin çekimi ve Güneş'in cazibesi gibi göremediğimiz hadiseleri de akıl yürüterek anlamaya çalışırız. İşte bu iki kaynaktan gelen müşahede ve malumatın marifete inkılab edebilmesi için kalbin iman nuruyla nurlanması gerekir. Küfür ve ta’til (ateizm) ile kararmış bir kalbte bu bilgiler ışıklanmaz ve sönüp giderler.
Nurlardan konumuza ışık tutacak bir hakikat dersi:
“Eğer iman olmazsa: Nasıl ki kör, sağır, dilsiz, akılsız adama her şey madumdur; öyle de imansıza her şey madumdur, zulümatlıdır." (Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup, Birinci Makam)
Yine Nurlarda “Herkes ayinesinin müşahedatına tâbidir.” buyrulur. İnsanın kalp aynası küfür ve ta’til ile kararırsa ve akıl mizanı da böylece bozulursa, o insana kâinat kitabının verdiği dersler bir fayda sağlamaz. Hikmet ve rahmeti âdeta haykıran deliller de sunulsa o ayinede bunlar “abesiyet-i mutlaka” suretini alırlar; düşünülmeye ve şükredilmeye değer bulunmazlar. Ya tabiata ya tesadüfe veya maddenin hareketine isnad edilen bu büyük tecelliler sönüp kaybolurlar, ne kalbe bir feyiz ve hayret verirler ne de akla bir takdir ve ibret kapısı açarlar.
Eğer insan kendisine verilen benlik duygusunun niçin verildiğini bilirse, o zaman Allah'ın isim ve sıfatlarını okur, fehmeder, hiçbir şeyin abes yaratılmadığını idrak eder. Kâinattaki her hadiseye ve varlığa mana-yı harfi ile yani Allah hesabına bakar ve ibret alır.
Eneyi nefis hesabına kullananlar, akıllarının almadığı şeyi inkâr eder, kendine faydası olmayan her şeyi abes ve faydasız zanneder. Üstadımız "Mahz-ı hikmet gelse, nefsinde abesiyet-i mutlaka suretini alır. Çünkü şu haldeki enenin rengi, şirk ve ta'tildir, Allah'ı inkârdır." ifadesiyle bu hakikati ifade etmiştir.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Dünya çapındaki bir beyin cerrahı basına verdiği bir demeçte “ameliyatım tabiatın yardımı ile çok iyi geçti” diye bir cümle kullandı. Bu cerrah dünyanın sayılı cerrahlarından; ama kullandığı cümle tam bir cehalet örneğidir. Demek okumak ve bilgi sahibi olmak, kalpte iman şuuru olmadığı zaman marifet ve irfana dönüşemiyor.
Şimdi bu cerraha sorsak; ameliyatta toprak, hava, su ve ateş sana nasıl yardım etti, hava neşteri sana mı uzattı, toprak tıbbi cihazları mı organize etti, su yarayı mı yıkadı, ateş beyni mi ısıttı?!. Tabiat denilen şey kör, sağır, şuursuz kontrol edilmediklerinde aynı zamanda yıkıcı ve yok edici özelliklere sahip olan dört unsurun ortak adıdır. Bu vasıflara sahip olan tabiatın çok ince ve titizlik gerektiren bir ameliyatta nasıl bir yardımı dokunabilir, çok enteresan!..
İnsanın kalbinde iman nuru yoksa; akıl ve duyular istediği kadar bilgi ve veriyi kalbe taşısın, onların hepsi heba olur ve işe yaramazlar, o bilgiler sadece dünyanın kısa ve fani menfaatinde kullanılabilir. Beyin cerrahı sahip olduğu tıp ilmi ile dünyada biraz rahat ve konforlu yaşar; ama o ilim manevi açıdan çöp ilimdir, bir halta yaramaz. Çünkü o maddi ilmi marifet ve irfana dönüştürecek bir nur kalpte bulunmuyor.
Oysa o tıp ilminde Allah’ın isim ve sıfatlarından süzülüp gelen o kadar muazzam ve latif marifet nurları bulunuyor ki; kalpte iman nuru olsa, sahibini velayet makamına çıkarır. Ama kalpte o bilgileri işleyip dönüştürecek bir iman nuru olmadığı için, o gelen bilgiler ve hikmetler abesleşiyor, anlamsızlaşıyor ve önemsiz bir veri transferine dönüşüyor.
Buradaki renk tabiri insanın nefis ve ene toprağında yeşeren ve gelişen fikir, düşünce ve felsefi bakışlar oluyor. Mesela nefsinde ve egosunda pragmatizm (faydacılık, menfaatçilik) düşüncesi yerleşmiş birisine, kainatın her tarafından marifet nurları yağsa, bu nurlar kısacık dünya hayatının çıkarcılığına hizmet etmekten başka bir işe yaramayacaktır.
Nefsinde ve egosunda tabiatçılık düşüncesi hakim olan birisine, kainatın her tarafından marifet nurları yağsa bu nurlar tabiattan bileneceği için; Allah’ı tanıma ve bulmada bir işe yaramayacaktır vesaire...