"İ’lem Eyyühel-Aziz! Hâlıkın vahdetini gösteren âyineler ve delillerini okutan sahifelerin pek çok çeşitleri olduğu gibi merkezleri bir ve birbirinin içine dâhil olmuşlardır..." İzah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"İ’lem Eyyühel-Aziz! Hâlıkın vahdetini gösteren âyineler ve delillerini okutan sahifelerin pek çok çeşitleri olduğu gibi merkezleri bir ve birbirinin içine dâhil olmuşlardır. Binaenaleyh, bir ayinede göründü veya bir sahifede okundu mu, hepsinde de görünür ve okunur. Fakat birisinde görünmemesi, hepsinde görünmemesini istilzam etmez."(1)
Allah’ın birliğini gösteren aynaların ve delillerini okutan sayfaların pek çok çeşitleri olmasını iki yönden ele alabiliriz.
Birisi; farklı isimlerin tecellilerinin aynı merkeze bakmaları ve aynı gayeye hizmet etmeleri Allah’ın birliğini gösterirler. Burada çeşitlilik, esmâ tecellileri için söz konusudur.
İkinci bir mâna ise; her ismin tecellilerindeki çeşitliliktir. Bir ismin birbirinden çok farklı tecellileri olabilir. Ama bütün bu farklılıklar, o ismin tecellisi olmakta birleşirler ve Allah’ın birliğini ilan ederler.
Birer misalle izah etmeye çalışalım:
Allah bütün âlemleri yaratmış ve terbiye etmiştir. Hâlık ve Rab isimlerinin bu tecellileri Allah’ın birliğine ayna olurlar. Yani bir mahlûku yaratan ve terbiye eden kim ise, bütün mahlûkları terbiye eden de O’dur. Zira bu terbiye fiilinin içinde birbirinden farklı çok isimlerin tecellileri vardır. Mesela, o yaratılan mahlûk hayat sahibi ise onda Muhyi ismi, Basir ismi, Semi’ ismi, Şâfi ismi gibi çok isimler tecelli ederler. Bu isimlerin tecelli daireleri, suya atılan bir taşın etrafında teşekkül eden daireler gibi birbiri içine dâhil olmuşlardır. Bunları birbirinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Yani, yaratanla terbiye eden, terbiye edenle hayat veren, hayat verenle görme ve işitme duygularını ihsan eden ancak Allah’tır, bunların başka başka ilahlara isnad edilmeleri aklen de mümkün değildir.
Allah, insanı kâinatın en mükemmel meyvesi olarak yaratmayı irade etmiş ve arz küresini onun istifadesine en uygun şekilde yaratmış, tanzim ve terbiye etmiştir. Bu farklı mahlûklarda hedef ve gaye birliği vardır. Bu birliği, güneşle göz arasında, atmosferle akciğer arasında, gıdalarla mide arasında açıkça gördüğümüz gibi, insanın hizmetine verilen mahlûklarda da aynı mânayı okuyabiliyoruz. Öküzün kuvveti, atın sür’ati, arının balı, ağacın meyvesi, çiçeklerin renkleri hep insana bakmakta, ona göre yaratılmakta, şekillenmekte, terbiye görmektedir.
Bunların hepsi Allah’ın mahlûkları, O’nun askerleri, O’nun memurlarıdır. Ve bunların yaratılmaları farklı fiillerle gerçekleştiği gibi, bu farklı fiillerden de yine farklı isimler tecelli eder. “...Bütün güzel isimler Allah’ındır...” (Haşr Suresi, 59/24) dersini veren âyet-i kerime bütün bu isimlerin müsemmasının Allah olduğunu ders vermekle O’nun birliğine, bütün bu tecelliler adedince şahitler olduğunu her akl-ı selim ve kalb-i kerime açıkça göstermektedir.
Diğer taraftan, her bir ismin birbirinden çok farklı tecellileri vardır. Bu tecelliler de o isimde birleşir ve “Hâlık’ın vahdetine” ayna olurlar. Misal olarak, Muhyi (hayat verici) ismini ele alalım. Şu cansız küreler, şu hayatsız elementler bir fabrikanın çarkları gibi bir araya getirilmişler ve o kâinat fabrikasından canlı varlıklar çıkmıştır. O halde, bir küçük böceğe, bir kelebeğe, bir koyuna, bir aslana, bir balığa ve daha sayamayacağımız bütün canlılara hayat veren ancak Muhyi olan Allah’tır. Burada bir böceğin hayatıyla bir timsahın hayatı, Muhyi isminin farklı birer tecellisi olmakta birleşirler. Birine hayat veren kim ise, diğerine veren de O’dur.
Aynı şekilde, bir serçeyi, bir deveyi, bir aslanı, bir ceylanı ve nihayet bir insanı kim rızıklandırıyorsa, rızka muhtaç bütün canlıların rızkını da O vermektedir. Rızıkları çeşitli, sindirim sistemleri farklı, mide yapıları birbirinden ayrı bu kadar canlıdan birinin Rezzak’ı tümünün de Rezzak’ıdır.
Üstad'ın ifadesini rızık yönünden ele aldığımızda, rızkın “pek çok çeşitleri olduğu gibi merkezleri bir ve birbirinin içine dâhil olmuşlardır” hakikatini bütün rızıklarda birlikte okur ve hepsinin Rezzak olan Allah’ın birer ihsanı olduğunu tasdik ederiz.
"Binaenaleyh bir âyinede göründü veya bir sahifede okundu mu, hepsinde de görünür ve okunur."
Allah’ın bu kâinat fabrikasında muhtaçları rızıklandırmasını bir kuzunun otlamasında seyrettiğimizde, bunu bütün canlılara ve rızıklarına da teşmil eder ve Rezzak isminin tecellisini bütün canlılar âleminde en geniş bir dairede seyredebiliriz.
Diğer esma tecellileri de aynı şekilde düşünülebilir.
"Fakat birisinde görünmemesi, hepsinde görünmemesini istilzam etmez."
Görünmeme hâdisesi, daha çok, ilahî hikmet için söz konusu olabiliyor. Bütün canlılarda Rezzak isminin tecellilerini rahatlıkla okuyabildiğimiz halde, bütün musibetlerde ve bütün hâdiselerde Cenâb-ı Hakk’ın hikmetini ve rahmetini aynı kolaylıkla seyretmemiz mümkün olmayabiliyor. Zira hastalık ve musibet gibi birtakım hâdiselerin güzellikleri, neticeleri itibariyledir; Üstad'ın ifadesiyle bunlarda “hüsn-ü bilgayr” söz konusudur. Ama biz bir canlıya hayat ihsan edilmesini, göz, kulak gibi organların takılmasını, havadan suya, semadan arza her şeyin onun imdadına koşturulmasını birer rahmet ve hikmet tecellisi olarak değerlendirdiğimizde, o canlının maruz kaldığı bir musibeti yahut hastalığı da aynı rahmetin ve hikmetin bir başka tecellisi olarak görme durumundayız. Bunun görülmemesi bazen o canlıda kendini gösteren bütün rahmet ve hikmet tecellilerinin de görülmemesini netice verebiliyor.
“Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa bir dağı setreder, göstermez. Öyle de insan, garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenâtı örter, unutur...”(2)
Bunun çok misalleri var. Burada kalp ameliyatlarıyla ortaya çıkan bir hikmeti hatırlatmakla iktifa edelim:
İnsanların parmak izleri gibi vücut yapıları, dokuları da birbirinden farklıdır. Doku uyuşmazlığı olunca kalp ameliyatlarında bir hastaya bir başkasının damarını eklemeniz mümkün olamıyor. Bu durumda, o hastanın bacak kısmında tâ Âdem babamızdan beri bütün insanlarda bulunan, ama bu güne kadar hikmeti bilinmeyen yedek damarları alıp, tıkanmış damarlarla değiştirmek mümkün oluyor. Şimdi, bu ameliyatların yapılmadığı önceki asırlara gidelim. Doktorlarımız bu yedek damara bir mâna verememişler, ama bedenin bütün organlarındaki hikmeti çok iyi bildiklerinden, “Bunların da mutlaka bir faydası, bir hikmeti vardır; ama ilim henüz o noktaya erişememiştir” demekle yetinmişlerdi. O gün böyle diyenler bugün haklı çıktılar. O asırlarda, birisi de kalkıp deseydi ki, “Madem bu damar buraya gereksiz konulmuş, o halde bedenin bütün organları hikmetsizdir.” gözüne konulan bir sinek kanadı sebebiyle dağı inkâr eden adam gibi olurdu.
Dipnotlar:
(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Şemme.
(2) bk. Lem’alar, On Üçüncü Lem’a.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü