"İnsanları fikren dalalete atan sebeplerden biri; ülfeti, ilim telakki etmeleridir..." İ'lem'in tamamını izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
"İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanları fikren dalalete atan sebeplerden biri; ülfeti, ilim telakki etmeleridir. Yani me’lufları olan şeyleri kendilerince malûm bilirler. Hattâ ülfet dolayısıyla âdiyata teemmül edip ehemmiyet vermezler. Hâlbuki ülfetlerinden dolayı malûm zannettikleri o âdi şeyler, birer hârika ve birer mu’cize-i kudret oldukları halde, ülfet sâikasıyla onları teemmüle, dikkate almıyorlar tâ onların fevkinde olan tecelliyat-ı seyyaleye im’an-ı nazar edebilsinler."
"Bunların meseli deniz kenarında durup denizin içerisindeki hayvanata ve sair garib hâlâtına bakmayarak, yalnız rüzgâr ile husule gelen dalgalara ve şemsin şuâatından peyda olan parıltısına dikkat etmekle Mâlikü’l-bihar olan Allah’ın azametine delil getiren adamın meseli gibidir." (1)
Ülfet, şu muhteşem kâinatta sergilenen ve her biri bir kudret mûcizesi olan mükemmel eserleri üstünkörü bir nazarla geçiştirme, derinlemesine düşünmeme ve tefekkür etmeme hastalığıdır. İnsanın fikrini yanlış yollara sürükleyen bir marazdır.
Süleymaniye Camii’ne ne zaman gitseniz, o muhteşem mabedi hayran hayran seyreden bir grup insana rastlarsınız. Bu insanlar, o san’at abidesini niçin uzun süre temaşa ederler? Çünkü ondaki san’at değeri çok yüksektir. Başka menzillerde ayrı şeyler konuşan bu insanlar, Süleymaniye’ye geldiklerinde artık Sinan’dan söz etmeye başlarlar. Onu yâd ve takdir ederler. Şimdi, hayâlimizde her şeyiyle Sinan’ın eseri olan bir şehir canlandıralım. Câmilerini de o yapmış olsun, dükkânlarını da, evlerini de, yollarını da. Böyle bir şehirde doğan, büyüyen bir insan için iki şık söz konusudur:
Ya, her adımda Sinan’ı hatırlayacak yahut ülfet dediğimiz alışkanlık ile bu harika eserleri hiç görmeden, tefekkür etmeden yaşayacak ve Sinan’dan gâfil olarak ömür tüketecektir.
Büyüklüğüne sınır biçilemeyen ve san’at inceliklerine hakkıyla vâkıf olunamayan bu kâinat şehri de Allah’ın mülkü. Sinan’ın varlık programını bir katre su içinde O çizmiş. O katreyi câmiler, köprüler, hanlar, hamamlar yapan büyük bir mimar hâline O getirmiş. Sinan O’nun olduğu gibi, Süleyman da O’nun. Hepimiz O’nunuz. Bir gramında milyarlarca bakterinin kaynaştığı şu toprak tabakası da O’nun, her damlasında trilyonlarca mikrobu barındıran şu su damlası da...
O, arz ve semanın yegâne Hâlıkı ve Mâliki. Arzdakiler de O’nun, semadakiler de. Kimde ne güzellik varsa O’nun ihsanı, kimde ne kuvvet varsa O’nun ikramı.
Hiç bir insanın bu diyarda Allah’tan gâfil olmaması beklenir, ama bu çoğu kez gerçekleşmez. Dünyaya imtihan için gönderilen bu insanlar, hakikate erebilmek için nice perdeleri yırtmak ve nice engeli aşmak mecburiyeti ile karşı karşıya kalırlar. Nefis, şeytan, ihtiyaç, hırs, muhit, mevki, makam, servet ve daha niceleri.
Çoğu insanın şu mûcizeler diyarında gaflete düşebilmesi, biraz da onların bu âleme geliş şekilleriyle alâkalıdır. İnsanlar, bu beldeye Yıldız Sarayı’na girer gibi girmiyorlar. Kapıda saray muhafızlarınca karşılanmıyor, içerileri teşrifat memurları nezdinde gezmiyorlar.
Onlar bu sarayın içinde yaratılıyorlar. Sarayda doğuyor, sarayda büyüyor, sarayda ölüyor, saraya defnediliyorlar. İşte bu saray hayatının verdiği umursamazlık ve vurdumduymazlık hastalığına “ülfet” diyoruz. Bu hastalıkla fikirler uyuşur, ruhlar donuklaşır. Ne bakışlarda hayat, ne kalplerde seziş kalır. Bu derde müptelâ olanlar, her zerresi sonsuz hikmetler taşıyan bu âlemde ömürlerini, ‘O mahiler ki derya içredür deryayı bilmezler’ mısraında ifadesini bulan bir garip ruh hâleti içinde geçirir dururlar.
Yokluğunu hiç çekmedikleri nimetler onların nazarlarından saklanır. Dünyanın güneş etrafındaki harika seyahatini hiç hatırlamazlar. Zira bir an inmeksizin hep onun sırtında gezmişlerdir. Baharın geldiğine yeterince hamdetmezler. Çünkü baharsız yıl geçirmemişlerdir. Hava nimetine şükretmek hatırlarına gelmez. Çünkü hiç havasız kalmamışlardır. Misaller çoğaltılabilir. Ve bütün bu nankörlükler çoğu kez ülfetten kaynaklanır.
İnsanlar, sürekli gördükleri, daima beraber oldukları, hiç aralık vermeden içinde bulundukları çok büyük nimetleri ve hâdiseleri, ülfetle geçiştirip, üzerlerinde düşünmeye gerek görmeyebiliyorlar. Onları pek önemsemiyorlar. Nice hilkat mucizelerini hiç dikkate almadan, kendi küçük meseleleriyle alâkadar oluyor, onları gözlerinde büyütüyorlar.
Gecenin gidip gündüzün gelmesine hiç hayret etmezler ki, bu büyük nimete bir şükür olarak sabah namazına kalksınlar. Zelzele ile birkaç şehrin birden sarsılması karşısında hayrete düşerler, ama koca dünyanın gece boyunca saatlerce yol aldığını hiç düşünmezler.
Her yemekten sonra şükür akıllarına gelse bile, havaya şükretmeyi hiç düşünmezler; çünkü havasız hiç yaşamamışlardır.
İşte ülfet, organlarımızın tümünü ve bizi kuşatan kâinattaki nimetlerin de bütününü hiç düşünmeden, sadece yokluğunu veya noksanlığını çektiğimiz şeyleri düşünme hastalığıdır.
"Hattâ ülfet dolayısıyla âdiyata teemmül edip ehemmiyet vermezler."
Adiyat, “âdet üzere sürekli yapılan şeyler” demektir; uyumak, uyanmak, yürümek, yemek, içmek gibi.
Bunların her biri ayrı bir mucize ve ayrı bir İlahî ihsan… Ama bunlarla devamlı muhatap olunması, yokluklarının çekilmemesi insana gaflet verebiliyor.
Bunlardan sadece uyumak üzerinde kısaca duralım:
Aslında, uyumak bir mucize. Nasıl uyuyoruz? Göz kapaklarımız birbirine nasıl yapışıyor? Nasıl oluyor da uyumaya zorlandığımızda uykumuz kaçıyor da hiç uykuyu düşünmeyerek başka şeyler hayal ettiğimizde uykuya geçiyoruz? Bu hâdise, bizim isteğimiz ve irademiz dışında nasıl gerçekleşiyor?
Uykuyu, “hislerin kâinattan toplanması” şeklinde tarif ediyorlar. İşitme duygumuzu misal olarak alalım: Uykuya geçtiğimizde, hemen yanı başımızda konuşan birinin sözlerini işitmiyoruz. Ama uyuyup da rüya âlemine daldığımızda bir başka ülkede bulunan, hatta ahirete göçmüş bir dostumuzla sohbet ediyor, onun konuştuklarını işitiyoruz.
Bu kadar harika bir hâdise, ülfetle dikkatten kaçabiliyor.
"Halbuki ülfetlerinden dolayı malûm zannettikleri o âdi şeyler, birer hârika ve birer mu'cize-i kudret oldukları halde, ülfet saikasıyla onları teemmüle, dikkate almıyorlar; tâ onların fevkinde olan tecelliyat-ı seyyaleye im'an-ı nazar edebilsinler."
Mu’ciz, aciz bırakan demektir. Mu’cize denince aklımıza, peygamberlerin eliyle sergilenen ve diğer insanların yapmaktan aciz kaldıkları harika hâdiseler gelir. Bunların hepsi Üstad Hazretlerinin ifade ettiği gibi, “Doğrudan doğruya Allah’ın fiilidir.” Ama bu fiiller bir sevgili kulun eliyle ortaya konmuştur. Tâ ki, Allah’ın elçilerinin davalarına birer şahid olsunlar.
Bu kâinat, kudret mu’cizeleriyle doludur. Bunları dikkatle seyreden insanlar, bu harika eserleri sebeplerin yapamayacağını bilir ve o mu’cizeleri de Allah’ın sergilediğine iman ederler.
Ancak, çocukluğundan beri bütün ömrü hep bu mu’cize eserler içinde geçen insanlar, ülfet ile bu harikalara bakamaz olurlar.
Ve Allah, isimlerinin tecellisine mazhar olan, sıfatlarının kemalini ilan eden bu eserleri sürekli olarak yeniler, tazelendirir. Bir baharda sergilediği çiçekleri, meyveleri, kelebekleri, sinekleri ortadan kaldırır, yeni bir baharda yeni mu’cizeler sergiler. Bir asrın insanlarını ölüm ile terhis eder, bu imtihan dünyasına yepyeni insanları getirir.
İşte bu tecellilerin durmadan devam etmesini Üstad Hazretleri “tecelliyat-ı seyyale” şeklinde ifade ediyor. Seyyal, akıcı demektir ve zaman nehrini hatıra getirir.
“Şu mahlûkat, izn-i İlâhî ile zaman nehrinde, mütemadiyen akıyor.”
İnsanoğlu, bu akanların birisi de kendisi olduğu halde, ülfet ve gafletle bu akışı hakkıyla seyredemez; ona “im’an-ı nazar” edemez, yani dikkatle bakamaz. O tecelliler gelip geçerken, bir yandan da o insanın ömrü geçer, gider. Ve çoğu insan, ne kendini, ne bu âlemdeki tecelli akışını hakkıyla seyredemeden bu mu’cizeler diyarından ayrılır.
Bu “tecelliyat-ı seyyale”den, sadece, “rızık nehrine” kısaca nazar edelim:
Her gün alınan gıdalar, içilen sular, yenilen meyveler, sebzeler büyük bir nehir gibi akıp giderler, yerlerine yenileri gönderilir. İnsanoğlu, çoğu zaman, her meyvenin ayrı bir mu’cize olduğunu düşünmek yerine, onların fiyatıyla alâkadar olur. Düşünmez ki, aslında bu meyvelerin hiçbirine paha biçilemez. Bizim ödediğimiz para, o meyvelerin fiyatı değil, onlara verilen emeklerin ve onların bize ulaşması için yapılan hizmetlerin ücretleridir. Bahçıvanın emeğinden, nakliye ücretine, toptancının kârından manavın kârına kadar bütünü toplanıyor da o meyvenin fiyatı ortaya çıkıyor. Gerçekte biz o meyveleri bedava alıyoruz.
Üstad Hazretleri, bu hususa nazar-ı dikkatimizi şöyle çekiyor:
“Parasız aldığınız bu malları 'İlâhî hazine'den almayıp birer birer esbaba yaptıracak olursanız, acaba bir nar tanesini ne kadar zamanlarda elde edip ne kadar pahalı alacaksınız? Çünkü o nar, bütün eşyayla alâkadardır. Az bir zamanda, az bir kıymetle husule gelmesi imkân haricidir.” (2)
Bu nimetlerin gerçek fiyatını ise, Birinci Söz'de, “zikir, fikir ve şükür” olarak ortaya koyuyor. Yani, o nimeti yerken besmele çekmek, sonunda Elhamdülillah demek ve ortada bu nimetleri tefekkür etmek.
"Bunların meseli deniz kenarında durup, denizin içerisindeki hayvanata ve sair garib hâlâtına bakmayarak, yalnız rüzgâr ile husule gelen dalgalara ve şemsin şuaatından peyda olan parıltısına dikkat etmekle Mâlik-ül Bihar olan Allah'ın azametine delil getiren adamın meseli gibidir."
Burada ülfetin kaynağı olan sathî nazara harika bir misal verilmiş oluyor. Ben bu harika tespiti okurken, hayalen atmosferin dışına çıkıyor, dünyayı hiç görmemiş bir hayalî arkadaşıma atmosferi seyrettiriyorum. O adam, güneş ışıklarının atmosfere vurup yansımasıyla ortaya çıkan akıl almaz manzaraya hayran oluyor ve “Dünya ne kadar mükemmel bir mahlûkmuş” diyor. Hâlbuki onun gördüğü dünya değil, sadece atmosferden yansıyan ışıklardır. Seksen kilometre derine inse, milyonlarca canlı türünü görecek ve hayreti daha da artacaktır.
Üstad'ın verdiği bu misal sadece denizi sathî olarak seyreden adama mahsus değil. Biz de birbirimizle konuşurken sadece dışımıza bakıyoruz. Ne içerde çalışan kalbi, ne karaciğerdeki enerji santrallerini ne yenilen gıdalardan kan üretilmesini, ne atomları, ne genleri gördüğümüz ve hatırladığımız yok.
Bir ağaca bakarken de onun ne harika bir meyve fabrikası olduğunu düşünmekten çok, yapraklarına, meyvelerine bakıyor ve gölgesinde dinlenip yolumuza devam ediyoruz.
Üstadımız buyuruyor ki,
“… Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın, bütün kâinattaki âdiyat namıyla yad olunan, harikulâde ve birer mucize-i kudret olan mevcudat üstündeki âdet ve ülfet perdesini keskin beyanatıyla yırtıp, o hakaik-ı acibeyi zîşuura açıp, nazar-ı ibretlerini celb edip, ukule tükenmez bir hazine-i ulûm açar.” (3)
Bir Müslüman, Kur’ân’ın emrine uyarak namaz kıldığında, ülfet perdelerini aralıyor. Dünya meşgalelerinden, az da olsa sıyrılıp, ulvî hakikatlere nazar ediyor.
Kendisinin kul olduğunu hatırladığı gibi, onu kuşatan bu mu’cize eserlerin de Allah’ın mahlûkları olduğunu düşünüyor. Bütün varlık âlemini böyle harika bir şekilde terbiye eden Allah’a hamd ediyor.
Dipnotlar:
(1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Şemme.
(2) bk. age., Zeylü'l-Hubab.
(3) bk. Sözler, On Üçüncü Söz.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
"İnsanları fikren dalâlete atan sebeplerden biri, ülfeti ilim telâkki etmeleridir..." cümlesindeki "dalalet" hangi anlama geliyor?
Meseleye konu bütünlüğü açısından bakacak olursak, buradaki dalalet kavramı "ülfetle gelen gaflet" anlamında kullanılıyor. Ülfet, bir şeye ünsiyet ede ede, yani alışa alışa, o şeyin mucizevi yönlerini görememe durumudur. Bir şeyin mucizevi yönlerini göremeyen adam da o şey hakkında gaflete düşmeye mahkumdur.
Bilim insanları bu açıdan ibretlik bir örnektir. Kainatı ve içindeki kudret mucizelerini inceleyip de tefekkür açısından bundan hisse alamamak, sağanak yağmurun altında durup da ıslanamamak gibidir.
Dalalet kavramı küfür, bidat, fısk ve gaflet anlamlarına gelebilir, ama buradaki dalalet kavramını "ülfetle gelen gaflet" şeklinde anlamak daha isabetli olur, diye düşünüyoruz.
Çünkü Allah’ın azametine delil olarak deniz içindeki sayısız kudret mucizeleri olan canlıları değil de denizdeki dalga ve yakamozu örnek gösteren adamın, küfür anlamında dalalette olması pek mümkün değildir.