"Kerâmet, mu’cize gibi Allah’ın fiilidir... İstidrâc ise, gaflet içinde iken eşya-yı gaybiyenin inkişafından ve garip fiilleri izhar etmekten ibârettir." İzah eder misiniz?

Cevap

Değerli Kardeşimiz;

"İ’lem eyyühe’l-aziz! Keramet ile istidrac manen birbirine mübayindir. Zira keramet, mu’cize gibi Allah’ın fiilidir. Ve o keramet sahibi de kerametin Allah’tan olduğunu bilir ve Allah’ın kendisine hâmi ve rakip olduğunu da bilir. Tevekkül ü yakîni de fazlalaşır. Lâkin bazen Allah’ın izniyle kerametlerine şuuru olur, bazen olmaz. Evlâ ve eslemi de bu kısımdır."

"İstidrac ise gaflet içinde iken eşya-yı gaybiyenin inkişafından ve garib fiilleri izhar etmekten ibarettir. Fakat bu istidrac sahibi, nefsine istinad ve iktidarına isnad etmekle enaniyeti, gururu öyle fazlalaşır ki اِنَّمَٓااُوتٖيتُهُعَلٰى عِلْمٍ okumaya başlar. Lâkin o inkişaf, tasfiye-i nefis ve tenevvür-ü kalp neticesi olduğu takdirde, ehl-i istidrac ile ehl-i keramet arasında tabaka-i ûlâda fark yoktur. Tam manasıyla fenaya mazhar olanlar ise onlara da Allah’ın izniyle eşya-yı gaybiye inkişaf eder. Ve onlar da o eşyayı fena fillah olan havaslarıyla görürler. Bunun istidracdan farkı pek zahirdir. Zira zahire çıkan bâtınlarının nuraniyeti, müraîlerin zulümatıyla iltibas olmaz."(1)

Keramet ile istidracın her ikisi de harika haller yahut olağanüstü işlerdir ve bu yönleriyle birbirine benzerler. Ancak, manen birbirine zıttırlar.

“Zira kerâmet, mu’cize gibi Allah’ın fiilidir.”

Keramet sahibi o harika hali kendisi irade etmediği gibi, meydana gelmesinde de bir güç sarf etmiş değildir. Allah’ın sevgili bir kulu olma noktasında gösterdiği gayretlere bir mükâfat olarak Cenab-ı Hak onda bazı harikalar yaratmıştır.

“ ... kerâmet sahibi de kerametin Allah’tan olduğunu bilir.”

Allah’ın himayesinde ve murakabesinde olduğunu düşünmekle tevekkülü ziyadeleşir, imanı daha da kuvvet bulur.

“İstidrâc ise, gaflet içinde iken eşya-yı gaybiyenin inkişafından ve garip fiilleri izhar etmekten ibârettir.”

Bu cümlede geçen “gaflet” kelimesi, Allah’tan gafil olma manasındadır. Kâinat kitabını ilim ve hikmetle yazan kudret kalemini hiç düşünmeden, bu kitaptaki bazı meseleler üzerine ciddi kafa yoran, bütün gücüyle çalışan bir bilim adamı, bu gayreti sonunda birtakım harikaları keşfedebilir. Bu bir istidraçtır. Böyle bir bilim adamı ortaya çıkardığı ilmî buluşu kendi nefsine ve gücüne isnat ettiği için enaniyeti kuvvetlenir ve Karun gibi “Ben bu sonuca kendi ilmimle, gayretimle ulaştım.” der.

“Lâkin o inkişaf, tasfiye-i nefs ve tenevvür-ü kalb neticesi olduğu takdirde, ehl-i istidrac ile ehl-i kerâmet arasında tabaka-i ûlâda fark yoktur.”

Tabaka-i ûlâ, işin temelinde, başlangıcında, esasında demektir. Bu ilk basamaktan sonra arada büyük farklılıklar meydana gelir. İstidracın tarifinde geçen gaflet kelimesini bu defa İslâmiyetten ve Kur’ân'dan gafil olma manasında ele alabilir ve bu cümleyi şöyle yorumlayabiliriz:

Tenevvür-ü kalb, insan kalbinin iman ile nurlanması demektir. Nefsin tasfiyesi ise, kötülüğü emreden nefsin bu kötü halinden temizlenmesine çalışmak ve onu safileştirmek, güzelleştirmektir. Üstat Hazretleri, “…Her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdad cihetinde iki küçük pencere, Kadîr-i Rahîmin bârgâh-ı rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir.”(2) buyuruyor. Bu cümlede geçen “her vicdan” ifadesi çok önemlidir. Bir insan İslâm dinini hiç duymamış olsa bile, ondaki vicdan, kendisinin ve bu âlemin manasız olamayacağını, mutlaka bir yaratıcıları olması gerektiğini bilir.

İşte bir insan vicdanının sesini dinlediği ve güzelce değerlendirdiği takdirde bir yaratıcı olduğuna inanır ve kalbi nurlanır. Yine her vicdan kötü ile iyiyi ayıracak bir yapıdadır. Yâni, hiç İlâhî kelama muhatap olmasa da İslam’ın birçok hükmünü vicdanıyla tasdik eder; yalan söylemenin, zulmetmenin kötülüğünü, doğruluğun, tevazuun güzelliğini her vicdan bilebilir. Nitekim Şems Sûresinde Cenab-ı Hak, Güneş'ten başlayarak bazı mahlûklarına kasem ettikten sonra nefse de kasem eder ve o nefse “fücuru ve takvayı ilham ettiğini” haber verir.

İşte bu ilhamı iyi değerlendirerek her türlü kötülükten uzak kalan ve güzel sıfatlarla da donanan bir kulda da bazı harika haller zuhur edebilir.

Veli bir kulda doğrudan bir takım harikalar yaratan Cenab-ı Hak, aklını iyi kullanan, vicdanının sesini iyi değerlendiren böyle bir kulda da yine bir takım harikalar yaratır.

Bu ikisi arasında “tabaka-i ûlâda” bir fark olmamakla birlikte, Kur’ânın nuruyla nurlanan, O’nun talimiyle bütün iman hakikatlerine vakıf olan ve yine onun bildirmesiyle Allah’a ibadet eden bir kulun manevî terakkisi birinciyle kıyas edilemeyecek kadar yükseklere çıkar ve çok ileri noktalara varır.

Eşya-yı gaybiye; “gaybî olan şeyler, göremediğimiz ve bilemediğimiz ince hikmetler, ulaşamadığımız derin hakikatler” demektir. Bu gibi ulvî hakikatler ancak “tam manasıyla fenaya mazhar olan” büyük mürşitlerin kalplerine inkişaf eder.

Fena; fâni olmak, kaybolmak, ortadan kalkmak demektir. O büyük insanlar önce kendi iradelerini İlâhî iradede fâni ederler, yâni kendi iradelerinden tamamen vazgeçip bütün işlerini İlâhî iradenin takdir ve tanzimine bırakırlar. Üstat Hazretleri hodbin ve bildiğine itimad eden ve vahy-i semâvîyi dinlemeyen enâniyet-i insaniye”yi cep fenerine benzetir ve o cep fenerinin kırılmasıyla hakikate ulaşılacağını beyan eder. Kendi ifadeleri aynen şöyledir:

“ ... O cep fenerini yere çarptım, kırdım. Güya onun kırılması, dünyayı ışıklandıran büyük elektrik lâmbasının düğmesine dokundum gibi, birden o zulümat boşandı. Her taraf o lâmbanın nuruyla doldu, herşeyin hakikatini gösterdi.”(3)

Şahsî iradelerinden böylece vazgeçen o büyük zatlar, bütün varlıklarını Allah’ın isimlerinin tecellisi olarak görmekle kendilerinde varlık namına hiçbir şey bulunmadığını ilan ederek varlıklarını da fâni kılarlar.

Bir hadis-i kutsîde “kulum bana en fazla farzlarla yaklaşır sonra nafilerle”(4) buyrulur ve devamında haber verildiğine göre bu kul öyle bir noktaya varır ki, Cenab-ı Hak onun hakkında “ben onun gören gözü, işiten kulağı... olurum.” buyurur. Yâni ona hakikatleri ben bildirir, gaybî şeyleri ben gösteririm, benimle bilir, benimle bakar, benimle işitir.

İşte, “eşyayı fenâ fillâh olan havaslarıyla görürler.” ifadesinde bu kudsî hadise işaret edilmektedir.

O rehber şahsiyetlerin ve o kâmil mürşitlerin ruhları bedenlerine galip gelir ve kalpleri nuraniyet kesbeder. Onlarda görülen harika haller, iç âlemlerindeki bu nurun dış âleme aksetmesi gibidir.

Dipnotlar:

(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Onuncu Risale.
(2) bk. Sözler, Otuz Üçüncü Söz, Otuz Birinci Pencere.
(3) bk. age., Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas.
(4) bk. Buhârî, Rikak 38.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü

Kategorileri:
Okunma sayısı : 24.202
Sayfayı Word veya Pdf indir
Bu içeriği faydalı buldunuz mu?

Yorumlar

nehrussema
firavun'da istidrac içindeydi ve 300 sene sarayında bir tabak dahi kırılmamış.birdefa olsun firavunun başı ağrımamıştır.aynı şekilde nemrud'da bu hale mazhardır.Cenab-ı Hak nemrudun dişlerini merkeb dişi gibi aralıksız,düz bir şekilde yaratmıştı ta ki dişinin arasına birşey giripte kendisini rahatsız etmesin.fakat maateessüf bu şahıslar istidracda olan diğer şahıslar gibi bu hali kendi kemallerinden bilmişler ve verilen bunca nimetlere değil şükretmek aksine daha çok küfürlerini ziyadeleştirmişlerdir.
Yorum yapmak için Giriş Yapın ya da Üye olun.
Yükleniyor...