"Vâcibü’l-vücud zatında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi ef’alinde de benzemiyor. Çünkü Vâcibü’l-vücud’un kudretine nisbeten yakın uzak, az çok, küçük büyük, fert nevi, cüz küll aralarında fark yoktur. " İzahı nasıldır?
Değerli Kardeşimiz;
"Vâcibü’l-vücud zatında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi ef’alinde de benzemiyor. Çünkü Vâcibü’l-vücud’un kudretine nisbeten yakın uzak, az çok, küçük büyük, fert nevi, cüz küll aralarında fark yoktur. Ve keza onun fiilinde bizzat mübaşeret yoktur. Fakat mümkinin kudreti bu derece değildir. Bunun için nefis, Vâcibü’l-vücud’un ef’alini fiillerine benzetemiyor. Hakikatini fehmetmekte akıl mütehayyir kalıyor. Fiili fâilsiz zannediyor."(1)
Üstad Hazretleri Haşir Risalesinde şöyle buyuruyor:
“Ekser küfür ve dalalet istib’addan ileri gelir. Yani, akıldan uzak ve muhal görür, inkâr eder.”(2)
İstib’ad; baid görmek, uzak görmek demektir. Onun kaynağı da insan aklının kendi bilgisini ve gördüklerini ölçü alarak İlahî icraat ve tasarruflar hakkında fikir yürütmesidir. Bu yanlışa giren bir akıl, altından kalkamadığı meseleleri, inkâr yoluna gidebilir.
Bu hastalığın kaynağı şu hakikatten gaflet etmektir:
"Vâcib-ül Vücud zâtında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef'alinde de benzemiyor."
Allah’ın Zât’ını ancak kendisi bilir. Ama o mukaddes Zât’ının mahlûkata benzemediğini, Kur’ân haber verdiği gibi, akl-ı selim de tasdik ediyor. Bir âyette mealen şöyle buyuruluyor:
“(O) gökleri ve yeri yaratandır. Size hem kendi (cins)inizden eşler, hem hayvanlardan (kendilerine) eşler yaptı. Sizi bu suretle (zürriyyetlendirip) üretiyor. Onun (benzeri olmak şöyle dursun) benzeri gibisi (dahi) yoktur. O, hakkıyla işiten, kemâliyle görendir.” (Şûrâ Suresi, 42/11)
Allah’ın varlığı zatındandır, olması vacib, olmaması muhaldir. Allah, kadîm ve bâkidir. Sıfatları sonsuz, mutlak ve muhittir.
Mahlûkların varlıkları “mümkindir.” Yani olup olmamaları eşittir. Allah’ın var etmesiyle vücuda gelirler, O’nun yok etmesiyle de varlık sahasından çekilirler. O halde, mümkin olanlar hiçbir cihetle vacib gibi olamaz ve O’na benzemezler.
Her mahlûkun evveli ve ahiri vardır; yani varlık sahasına ilk adımını attığı bir başlangıcı ve bu sahadan göçüp gideceği bir sonu vardır. Dolayısıyla, her mahlûk hâdistir, yani sonradan yaratılmıştır ve fanidir. Hâdis ve fâni olanlar Kadim ve Bâki’nin misli olamazlar.
Keza, mahlûkların sıfatları sınırlıdır. Sınırlı sıfat sahipleri, bütün sıfatları sonsuz olana benzemezler, O’nun misli gibi olamazlar.
Cümlenin sonunda, Allah’ın fiillerinin mümkinlerin işlerine benzemeyeceği beyan ediliyor.
Bütün fiiller sıfatlara dayanırlar. Cenâb-ı Hak, sonsuz ve mutlak sıfatlarıyla yaratma fiilini de icra eder, hayat verme fiilini de, rızıklandırma, suret verme, süslendirme fiillerini de. Bu sebeple, Allah’ın fiillerinin mahlûkatınkine benzememesi, sıfatlarının da benzemeyişindendir.
Bu hakikatin mahlûkat âleminde de çok misalleri vardır. Arının zatı ipek böceğine benzemediği gibi, sıfatları ve işi de benzemez. Bu bal yapar, o ipek örer.
Denizin zatı ormana benzemediği gibi, onda yetişen balıklar da ceylanlara, aslanlara benzemezler.
Cebrail’in zatı Güneş'e benzemediği gibi, vahiy getirmesi de ışık vermeye benzemez.
Aklın zatı mideye benzemediği gibi, bir problemleri çözmesi de midenin gıdaları hazmetmesine benzemez.
Hepsi mahlûk ve hepsi mümkin oldukları halde, bunların zatları gibi, sıfatları ve fiilleri de birbirine benzemezse, elbette varlığı vacib, kadim ve bâki, sıfatları sonsuz, mutlak ve muhit olan Allah’ın işleri ve sıfatları da, sınırlı, fani ve hâdis olan mahlûkatınkilere benzemeyecektir.
Bu vecizenin devamında geçen şu cümle, söz konusu hakikati ispat ediyor:
"Çünkü Vâcibü’l-vücud’un kudretine nisbeten yakın uzak, az çok, küçük büyük, fert nev’, cüz küll aralarında fark yoktur."
Sadece sonsuz mefhumunu düşünmemiz bile bu hakikati anlamamıza yeter. Sonsuza göre, az-çok, büyük-küçük farkı yoktur. Matematik diliyle konuşursak, sonsuzdan bini de çıkarsanız, yüz milyarı da çıkarsanız netice yine sonsuzdur. Aslında sonsuzdan bir şey çıkmamaktadır; biz çıkardığımızı farzederiz; o ise daima sonsuz olarak kalır.
Allah’ın bütün sıfatları sonsuzdur, ne kadar mahlûk yaratırsa yaratsın, o sıfatlarda hiçbir değişiklik olmaz.
İlâhi sıfatlar hem sonsuzdur, hem muhittir hem de mutlaktır. Sonsuz olmaları yukarıda arz ettiğimiz gibi, ne kadar mahlûk yaratırsa yaratsın, o sıfatlarda hiçbir değişme, hiçbir eksilme olmayacağı manasınadır. Mutlak olmaları ise, o sıfatların icraatlarına başka sıfatların engel olamayacağı, onları sınırlandıramayacağı demektir.
Allah’ın şeriki olmadığına göre, “başka sıfatlar” denilince, Onun yarattığı mahlûkatın sıfatları anlaşılacaktır. Yaratılmış olan bu sıfatların İlahi sıfatları sınırlayamayacağı ise en açık bir hakikattir.
Vecizede geçen, “Vâcibü'l-vücud'un kudretine nisbeten” ifadesi çok mühimdir. Yanılmaların çoğu, insanın şu kâinattaki akıl almaz icraatlar düşünülürken, onları varlığı vacib olan Allah’ın kudretine nisbet ederek düşünmek yerine, kendi güç ve kuvvetini ölçü alarak düşünmesinden kaynaklanıyor.
Adam soruyor: Cenâb-ı Hak her yerde hazır ve mekândan da münezzeh diyorsunuz, bu nasıl oluyor?
Kendisi söylemese de bu sualin altında yine aynı hatanın yattığını görüyoruz: Kendini ölçü almak. Yani, “Bu nasıl olur? Hâlbuki ben bir anda ancak bir yerde bulunabiliyorum” demek istiyor.
Düşünmüyor ki, kendisi katı, maddî ve kesif bir varlık. Allah’ın bir ismi Nur, bütün sıfatları ve isimleri nuranî… Üstad Hazretleri On Altıncı Söz'de Allah’ın Nur isminin kesif bir aynası olan güneşi misal vererek bu meseleyi harika bir şekilde aydınlatmış.
Güneş, gözlerimize, evlerimize, aynalarımıza sırayla girmiyor. Hepsine birlikte ve aynı anda giriyor.
Çiçekleri, ağaçları, denizleri ırmakları sırayla ziyaret etmiyor. Hepsiyle birlikte ve aynı anda görüşüyor.
Büyüğü aydınlatırken bir zorluk çekmediği gibi, küçüğü aydınlatırken de bir rahatlık duymuyor, hepsini aynı kolaylıkla aydınlatıyor.
Onun için uzak ile yakının farkı yok, uzaktakiyle de yakındakiyle de birlikte görüşüyor.
Daha bunlar gibi çok dersler o Söz'de birlikte izah ediliyor. Ve sonunda bir mahlûk olan ve kendisinde Nur isminin bir gölgesine sahip kılınan güneşin böyle sayısız işleri birlikte yapmasını dikkatle değerlendirerek, İlahî sıfatların bütün eşyada uzak-yakın, büyük-küçük fark etmeksizin aynı kolaylıkla ve birlikte icraat yaptıklarına bakmamız isteniyor.
Yani güneş sadece yolumuzu göstermekle kalmıyor, bize bu ince, derin ve uzak hakikatleri kolayca anlamamız için de yol gösteriyor.
Hüve Nüktesinde de havanın ses naklinden, kanımızı temizlemeye, bitkilerin tozlanmasına kadar nice işleri birlikte yaptığı güzelce nazara veriliyor. Burada verilen mesaj da aynı. Allah’ın bir mahlûku, bu kadar işi karıştırmadan, birlikte ve son derece kolay olarak icra ederse, ona bu vazifeyi veren ve bu kabiliyeti takan Allah sonsuz ve mutlak sıfatlarıyla elbette bütün âlemleri birlikte yaratır ve beraber terbiye eder.
Geliniz bizi aldatan bu büyük hatamızı ruh dünyamızdan hep birlikte silip atalım. Bunu başarmak aslında çok zor değil. Kendimizi doğru değerlendirirsek bu problemi rahatlıkla çözebiliriz. Biz kendi cüz’î irademizle bir anda ancak bir şey irade edebiliyoruz. İrademiz cüz’î olunca kudretimiz de, diğer sıfatlarımız da cüz’î oluyor, yani sırayla iş görüyorlar.
Gücümüzü bir anda iki işe sarfedemiyoruz, çünkü bir anda iki iş yapmayı irade etmiş değiliz; kudret ise iradeye rağmen bir iş göremez. Bir anda iki ayrı yöne bakamıyoruz. Bir anda iki ayrı lokmaya uzanamıyoruz. Bir anda iki ayrı şeyi düşünemiyoruz.
Biz bütün bu işleri ancak sıra ile yaparken, bir de bakıyoruz, bedenimizde yüz trilyon hücre birlikte çalışıyor. İç organlarımız bir fabrika gibi birlikte çalışıyorlar. Saç tellerimiz birlikte uzuyorlar. Bu nasıl oluyor, diye soruyoruz kendi kendimize ve cevabını gecikmeden veriyoruz: Bu işleri ben irade etmiyorum ve ben yapmıyorum da ondan.
İşte, bizim bedenimizde bizim ilim, kudret ve irademiz dışında bu kadar çok işi birlikte yapan ve yaratan kudret, ağacın yapraklarını da birlikte büyütüyor, güneşin gezegenlerini de birlikte döndürüyor, yıldızları da birlikte tutup düşmelerine engel oluyor.
İnsanın kendini ölçü alması ve “Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir” hakikatinden gaflet etmesi, onun nazarında birçok hakikati perdeliyor.
Bunlardan birisi meleklerin varlığı ve onlara iman etmek.
Adam soruyor: Melekler havasız, gıdasız, susuz nasıl yaşıyorlar?
İnsan bu sualin cevabını kendi ruh dünyasında rahatla bulma imkânına sahipken, o tutuyor, bedenin beslenmesine takılıyor. Saydığı bu şeyler bedenin ihtiyaçları; ruh ise ne hava ile besleniyor, ne su ile ne diğer maddî gıdalar ile.
Ruh bedene benzemediği gibi, beslenmesi de benzemiyor. O, iman ile marifet ile ilim ve irfan ile besleniyor, tıpkı meleklerin Allah’ı zikretmekle zevklenmeleri, gıdalanmaları gibi.
Üç milyon kadar tür hayvan, dörtyüz bin kadar da bitki türü olduğu söyleniyor. Bunlara sayısını ve türlerini bilemeyeceğimiz melekler âlemini de katarsak, bu kadar çok varlığı, zatlarıyla, sıfatlarıyla, işleriyle birbirinden farklı yaratan Cenab-ı Hakkın sonsuz kudretini idrak etmenin insanın takatini çok aştığını anlarız Nefis bundan gaflet ediyor da, Cenab-ı Hakkın işlerini düşünürken kendi ciz’î iradesi ile yaptığı işlerini esas alıyor.
Arı yapmak Allah’ın bir tek fiili. Arı üzerinde ne kadar ilim adamı, nice araştırmalar yapmış ve nice makaleler yazmışlar. Hücre yapmak Allah’ın ayrı bir fiili, bu konuda da ciltlerle kitap yazılmış. Her türden ağaçlar, çiçekler, meyveler yapmak, toprak yapmak, su yapmak, hava yapmak, demir yapmak, bakır yapmak, melek yapmak, cin yapmak ve nihayet insan yapmak Allah’ın ayrı ayrı fiilleridir… Bunların hiçbiri insanın yaptığı işlere benzemiyor.
Allah’ın insan yapma fiili üzerinde kısaca duralım:
Biz yüz metrekarelik ev yapacaksak o büyüklükte temel atıyoruz. Önce bodrum katını tamamlıyoruz. Sonra birinci kat, ikinci kat derken binanın kaba inşaatını tamamlıyor, çatıyı çatıyoruz. Sıra ince işlere geliyor.
Bizim yaratılmamız buna hiç benziyor mu?
Temelimiz gözle görülmeyecek kadar küçük bir nokta içinde atılıyor.
Kaba ve ince inşaatlar birlikte yürütülüyor.
Önce ayaklar tamamlanıyor da en sonunda kafa yapılıyor değil.
Önce kemikler yapılıyor da sonra üzerleri etle kaplanıyor değil.
Önce beden tamamlanıyor da sonra, kalp damarları ve sinir sistemi çekiliyor da değil. Bütün bu işler birlikte yapılıyor.
Üstad'ın “Kelimat-ı kudret” ifadesinin ışığında bir noktaya daha temas edelim:
Kelimelerin suretleri birbirinden farklı olduğu için mânaları da farklıdır. Sûretleri zat, mânaları sıfat olarak değerlendirebilir. Zatları birbirine benzemeyen bu farklı kelimelerin sıfatları da benzemediği gibi, hiçbir kelimenin ne zatı ne de sıfatları kâtibinin zatına ve sıfatlarına benzemez.
“Kelimat-ı kudret” terkibi, bize bu noktada büyük bir ufuk açıyor. Her mahlûk, Allah’ın bir kudret kelimesidir. Allah’ın Zât’ı, kudret kalemiyle yazdığı bu mahlûkların hiçbirinin zatına benzemediği gibi, O’nun mukaddes sıfatları ve fiilleri de bu yazıların, bu kelimelerin sıfatlarına ve işlerine benzemez.
Konunun devamında ders verilen çok mühim bir hakikat:
"Ve keza onun fiilinde bizzât mübaşeret yoktur."
Cenab-ı Hak maddeden münezzeh olduğu gibi, işleri de mübaşeretsizdir; yani O’nun işlerinde dokunma, temas etme düşünülemez. Biz tahtaya yazı yazdığımızda bu iş maddelerin mübaşeretiyle gerçekleşir; tahta maddîdir, tebeşir de maddîdir, bizim elimiz de.
Allah’ın yaratması, büyütmesi, geliştirmesi, cihazlarla donatması, değişimlere uğratması ve daha nice icraatları hep mübaşeretsizdir.
Mahlûkat âleminde de bu hakikate kapı açacak çok misaller var:
Biz bir cismi elimizle kaldırırız, ama ruhumuz elimizi dokunmaksızın kaldırır.
Güneş de gezegenlerini dokunmadan etrafında döndürür. Dünyamız da Ay’ı yine dokunmadan etrafında çevirir.
Mıknatıs, çiviyi dokunmadan kendine çeker.
Kapıya yaklaştığımızda elimiz değmeden kapı açılır.
Lamba bizi görünce yanar, yine dokunma olmaksızın.
Misaller artırılabilir.
Ve konu, şu ifadelerle tamamlanıyor:
"Fakat mümkinin kudreti bu derece değildir. Bunun için nefis, Vâcibü’l-vücud’un ef’alini fiillerine benzetemiyor. Hakikatini fehmetmekte akıl mütehayyir kalıyor. Fiili fâilsiz zannediyor."
İnsanın hatası, o sonsuz ve sınırsız kudrete hayret etmek yerine, kendi kudretini ölçü alarak onu anlamaya kalkışmamız, bunu başaramayınca da tuhaf bir mantıkla o kudreti inkâra yönelmek.
Hakikaten çok tuhaf bir mantık: İnsan, “Ben bu şiiri yazamam, öyleyse onun şairi yoktur” diyebilir mi?
Hâlbuki gerçek mantık şöyle işlemeli: Bu şiirin sanat değeri çok yüksek. Ben böyle bir şiir yazamam. Öyle ise onu yazan büyük bir şairdir. Yani, kendi küçüklüğümüzü onun büyüklüğünü anlamakta ölçü olarak kullanmamız gerekiyor.
İşte Allahu Ekber diyerek tekbir getirmenin mânası budur. Kâinatta olan her hâdise, her harika fiil, akıllar ötesidir, bütün bunların birlikte icra edilmesi ise insan idrakini, hatta hayalini aşmaktadır. Öyle ise bu işleri yapan zatın bütün sıfatları çok büyük ve bütün sanatları akıl almaz derecede harikadır. O halde tekbir ile O’nun büyüklüğünü ve kendi acizliğimizi dile getirmemiz gerekiyor. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, tekbiri tarif ederken; “marifetimiz haricindeki kemalat-ı kibriyasının mücmel bir ünvanıdır” buyurmakla, bu hakikati çok veciz ve harika bir şekilde beyan ediyor.
İşte bu âlemde teşhir edilen kudret mucizelerini gözümüzle görüyoruz; ama onların meydana gelişlerini aklımız almıyor.
Misal olarak, yumurtayı ve ondan çıkan civcivi düşünelim
Hiçbir hayat emaresi taşımayan yumurtadan, belli bir ısı seviyesinde belli bir süre sonra, gören, işiten, yürüyen, seven, korkan, yiyen, içen bir varlık çıkıyor. Bu, akılları hayrette bırakan bir kudret mucizesidir.
Bütün gözler bu harika ve akıl almaz hâdiseye şahid oluyorlar. Aklını yerinde kullananlar, bu mucizeye karşı hamd ve tekbir ile hayretlerini dile getiriyorlar.
Akıllarını doğru kullanmayanlar, “Bu iş akıl alacak bir iş değil!..” diyorlar ve sözlerini akıl almaz bir sonuç cümlesiyle tamamlıyorlar: Bu işleri yapan yoktur.
İşte, “Hakikatını fehmetmekte akıl mütehayyir kalıyor. Fiili fâilsiz zannediyor” cümlesi bu ters mantığı gözler önüne seriyor.
Dipnotlar:
(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Zerre.
(2) bk. Sözler, Onuncu Söz, Üçüncü Hakikat (Haşiye).
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Her bir cümlesinde, her bir satırında marifetullaha yeni yeni pencereler acan bu yazıyı okurken, marifetullahta nasıl bir lezzeti Ruhaniye olduğunu iliklerime kadar hissettim. Nasıl ki, Raisale-i Nurlar Kur'an ın manevi bir tefsiri ise, bu sitede Risale-i Nurun manevi bir tefsiri hükmünde olmuş. Şunu da ifade etmek isterim ki, Allh'ı bu şekilde tanıtan, böyle başka bir eser olmadığı gibi, dolayısı ile de, bu eserleri okuyan Risale-i Nur talebeleri gibi, Allah'ı tanıyan başka bir insan gurubuda yoktur.