"Ey hayaliyle benim seyahat-i hayaliyeme iştirak eden arkadaş!.." Paragrafın tamamını kısa bir makale tarzında nazara verir misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Üstad Hazretleri “sırat-ı müstakim ehlini, mağdub ve dallin gruplarını” düşünürken kendi ifadesiyle “bir vakıa-i hayaliye, bir hadise-i misaliye, rüyaya benzer bir hadise” görüyor ve bu hayalî seyahatiyle üç yolun mukayesesini yapıyor.
Nur Külliyatı’nın bir dersinde şöyle buyuruluyor:
"Ehl-i hakikat gaybî olan şeyleri bildirilmezse bilmezler." (Kastamonu Lahikası, 120. Mektup)
Birinci yol sırat-ı müstakimdir. Daha önce de beyan ettiğimiz gibi bu yol ayet-i kerimede “enbiyanın, sıddıkların, salihlerin ve şühedanın yolu” olarak tarif edilmektedir. Bu kutlu zevata ve bu rehber şahsiyetlere tabi olmayanları bekleyen akıbet, yanlış yollara sapmaktır, nitekim böyle olmuştur. Yanlış yolda giden bu insanlar temelde iki gruba ayrılır. Birisi fen ve felsefeyle hiç ilgilenmeksizin tamamen şahsi hayatını yaşayan, dünyadan doyasıya istifade etmek, zevklerini olasıya tatmak için çalışan kimselerdir. Nur Külliyatı’nda geçen “ehl-i gaflet” ifadesi daha çok bunlara bakmaktadır.
İkinci grup ise kendi akıllarıyla hakikati bulmak için çalışan, bu yolda gayret gösteren kimselerdir. Bunların bir kısmının tabiatperest ve esbabperest olarak tamamen yoldan çıktıkları, bir kısmının ise hakikat yolunda bir süre ilerledikten sonra kayboldukları, boğuldukları ifade ediliyor. Bu husus metinde şöyle yer alıyor:
“Onların ayak izlerini görüyordum. Bazılarının bir zaman seslerini işitiyordum; sonra sesleri kesiliyordu.” (Sözler, Otuzuncu Söz, Birinci Maksat)
Hakikate ermeyi “selamet sahiline ulaşma” olarak düşündüğümüzde, yolda kalan, bir süre sonra izleri kaybolan ve boğulan kişileri “hakikate ulaşamayanlar” şeklinde anlamak gerekiyor. Kendi akıllarına itimad eden bu zevat, ancak Kur’an güneşiyle aydınlanabilen ulvi ve derin hakikatlere ulaşamamışlar, onları anlamaktan ve izah etmekten aciz kalmışlardır. Boğulmayı “şahsi fikrinde boğulma” olarak anlamak, küfür manasına yorumlamamak Üstadımızın “tekfirden şiddetle sakınma” mesleğine daha uygun düşer.
"Gitgide, baktım ki, benim elime iki şey verildi: Biri, bir elektrik, o tahtelarz tabiatın zulümatını dağıtır; diğeri bir alet ile dahi azîm kayalar, dağ-misal taşlar parçalanıp bana yol açılıyor." (Sözler, Otuzuncu Söz, Birinci Maksat)
Üstadımızın bu remizli ifadeleri için elbette farklı teviller yapılabilir ve muhtelif açıklamalar getirilebilir.
Kanaatimizce, tabiat zulümatını dağıtan elektrik, “Risale-i Nur Külliyatı’ndaki imanî dersler”, azim kayaları parçalayan alet ise başta "müsbet hareket" olmak üzere “Nur’un bütün hizmet düsturları”dır.
“Ben imanın cereyanındayım, karşımda imansızlık cereyanı var.” diyen Üstadımız, eserlerinde büyük ağırlığı iman hakikatlerini tebliğ, izah ve ispat konularına vermiştir. Ülkemizin hemen güneyindeki Irak ve Suriye’nin ve biraz ötedeki Mısır’ın komünist idarecilerle idare edildiği, Türkiye’de de Kur’ân okumayı yasaklayan, ezanın Türkçe okunmasını mecbur kılan bir idarenin iş başında olduğu tehlikeli bir dönemden geçilmektedir. Üstadımız bu mayınlı arazide, iman hakikatlerini muhtaç gönüllere salimen ulaştırabilmek için Lahika Mektupları kaleme almış ve vazettiği hizmet düsturlarıyla talebelerini, Allah’ın inayetiyle, muhafazayı başarmıştır.
Bu düsturlardan sadece ikisini nakledelim:
" …Madem biz ehl-i dünyanın dünyalarına ilişmiyoruz; onlar da bizim ahiretimize, imani hizmetimize ilişmesinler." (Şualar, On İkinci Şua)
"Risale-i Nur’un esas mesleği olan şefkat, hak ve hakikat ve vicdan, bizleri şiddetle siyasetten ve idareye ilişmekten men etmiş." (age., On Dördüncü Şua)
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü
Yorumlar
Allah razı olsun, emeğinize sağlık.