"Maharetini göstermeyi sever bir usta, güzel, plaksız konuşan fonoğraf gibi bir sanatı icad ettikten sonra onu kurup tecrübe ediyor..." Âlemin fonoğrafa benzetilmesi ile izah eder misiniz?
Değerli Kardeşimiz;
Fonograf; plaklara kaydedilen sesleri duyulur şekle getiren alettir. (Bazı bölgelerimizde “gramofon” diye adlandırılır.)
"O sanatkârın düşündüğü ve istediği neticeleri en mükemmel bir tarzda gösterse, onun mucidi ne kadar iftihar eder, ne kadar memnun olur, ne derece hoşuna gider, kendi kendine 'Bârekâllah' der."
"İşte, küçücük bir insan, icadsız, sırf surî bir sanatçığıyla, bir fonografın güzel işlemesiyle böyle memnun olsa, acaba bir Sâni-i Zülcelâl, koca kâinatı bir musiki, bir fonograf hükmünde icad ettiği gibi, zemini ve zemin içindeki bütün zihayatı ve bilhassa zihayat içinde insanın başını öyle bir fonograf-ı Rabbâni ve bir musika-i ilahi tarzında yapmış ki, hikmet-i beşer, o sanat karşısında hayretinden parmağını ısırıyor." (Sözler, Otuz İkinci Söz, İkinci Mevkıf.)
Bu dersin temeli şu ayet-i kerimeye dayanmaktadır:
"Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah'ı tespih ederler. Her şey onu hamd ile tespih eder. Ancak, siz onların tespihlerini anlamazsınız. …" (İsrâ, 17/44)
Üstad Hazretleri Münazarat adlı eserinde "Padişahların padişahı olan Sultan-ı Ezelî, Kur'ân denilen musika-i İlâhiyesi ile umum âlemi doldurarak kubbe-i âsumanda şiddetli ses getirmekle…"(Münazarat.) buyuruyor ve Kur’ân'ın Cenab-ı Hakk’ın varlığını ve birliğini umum âleme ilan etmesini böylece ifade ediyor.
Yirmi Dördüncü Söz’de ise aynı ifadeyi kâinat ve insan için kullanarak şöyle buyuruyor:
"Semayı dinle. Nasıl 'Yâ Celîl-i Zülcemâl' diyor. Ve arza kulak ver. Nasıl 'Yâ Cemîl-i Zülcelâl' diyor. Ve hayvanlara dikkat et. Nasıl 'Yâ Rahmân, yâ Rezzâk' diyorlar. ...Ve insan olan bir insandan sor. Bak, nasıl bütün esma-i hüsnayı okuyor ve cephesinde yazılı; sen de dikkat etsen okuyabilirsin. Güya kâinat azim bir musika-i zikriyedir. En küçük nağme, en gür nağamata karışmakla, haşmetli bir letafet veriyor." (Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Birinci Dal.)
Bu derste de hem kâinat ağacı için hem de onun meyvesi olan insan için fonograf ve musika-i İlahi ifadesi kullanılıyor. “İnsanın başını öyle bir fonograf-ı Rabbânî ve bir musika-i ilâhî tarzında yapmış ki, hikmet-i beşer, o sanat karşısında hayretinden parmağını ısırıyor.” cümlesiyle insanın ne kadar büyük bir ilahi sanat eseri olduğuna dikkat çekiliyor.
Bu son tesbit üzerinde biraz duralım:
Konuşan bir insan, ülfet ile pek dikkate almadığımız, düşünmeye değer bulmadığımız çok büyük bir mucize sergilemektedir. Bu mucize karşısında, Üstadımızın ifadesiyle hikmet-i beşer hayretinden parmağını ısırıyor. Yani, insanlar kendi yaptıkları eserlerle insanın başında gizli o fonograf-ı Rabbaniyi mukayese ettiklerinde, aradaki akıl almaz farklılığı hayretle görür ve parmaklarını ısırırlar.
Bir plak, bir teyp, bir radyo ve televizyonda da konuşmalar nakledilir ve dinleriz.
Radyo ve televizyon zaten mevcut olan bir sesi naklediyorlar. Fonografta sesler plaka kaydediliyor ve bu cihaz yardımıyla plaktaki sesler dış âleme de aksettiriliyor. Teyp de bu yönüyle fonograf gibi, ona da sesler kaydediliyor ve gerektiğinde dış âleme aksettiriliyor.
İnsanın konuşması bunların hiçbirine benzemiyor, ortada ne plak var ne de bant. Konuşmalar akılda şekilleniyor, irade sıfatıyla cümlelerin başkalara işittirilmesine karar veriliyor. Ve akıldaki cümle ağızdan ses olarak dışa vuruluyor. Cenab-ı Hakk’ın eşyayı “kün” emri ile yaratmasına en yakın örnek insan ruhundaki bu ve benzeri faaliyetlerdir.
Ayet-i kerimeyi hatırlayalım:
“Bir şeyi dilediği zaman, onun emri (işi) o şeye ancak 'Ol!' demektir. O da hemen oluverir.” (Yasin, 36/82)
Üstat Hazretleri eşyanın yaratılmasını daire-i ilimden daire-i kudrete geçme olarak ifade ediyor. Bu harika tespite göre “ol” emri yok olan bir şeye değil, ilim dairesindeki şeye verilmektedir ve “daire-i kudrete geç” manasındadır. Bu irade ile o şey hemen vücut bulur.
Üstad Hazretlerinin, insanın, İlâhî sıfatları ve şuunatı anlamakta bir mikyas olabildiğini beyan etmesinden kuvvet alarak, insanın konuşmasında da kün emrinin bir misali olduğunu düşünebiliriz. Şöyle ki;
Bir cümleyi zihnimizde kurduğumuzda o şey mutlak manada yokluktan kurtulmuştur, o artık vardır, ama onun bu varlığı ilim dairesinde bir varlıktır; başkaların bilgisi dışındadır. Onu diğer insanlara da bildirmek istediğimizde aklımızdaki cümleyi hemen konuşuruz. Burada sanki o cümleye “başkalarına da görün” emri vermiş gibi oluruz.
İşte bu çok büyük mucizeyi ülfetle geçiştirmeyip üzerinde dikkatle duranlar elbette hayretlerinden parmaklarını ısırırlar.
Birinci misalde Allah’ın muhtaçlara rahmetiyle imdad etmesindeki lezzet-i mukaddese esas alınmıştı. Bu ikinci misalde ise Cenab-ı Hakk’ın hepsi mucize ve her biri diğerinden güzel ve mükemmel olan şu mahlukat âlemini yaratmakla cemal ve kemalini seyretmek ve seyrettirmekten duyduğu münezzeh ve mukaddes lezzet nazara verilmiştir.
Selam ve dua ile...
Sorularla Risale Editörü